Tasavvuf İlminin Amacı…
“Resulullaha (s.a.v.) ‘önce en yakın akrabanı uyar’[1] ayeti nazil olduğunda, Allah’ın (c.c.) istediğini yerine getirmiş ve şöyle konuşmuştur: ‘Ey Kureyş! Kendinizi (cehennem azabından) kurtarın. Ben Allah Teâlâ’dan size gelecek olan hiçbir şeyi (dünyevi-uhrevi azabı, felaketi) savamam. Ey Abdi Menaf oğulları! Sizin başınıza gelecek (musibetleri de) gideremem. Kendinizi kurtarın. Ey Abbas! Başına gelecek şeyleri engelleyemem (kendini kurtar.) Ey Allah’ın Rasulünün amesi Safiyye! Sen de kendini kurtar. Sana gelecek zararları da önleyemem. Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Malımdan istediğini al ama (kızım olmana rağmen) Senin başına gelecek şeylerin hiçbirisini önleyemem. (Sen de kendini acilen kurtarmaya bak.)”[2] Hz. Peygamber (s.a.v.), “Her insanın kendi yaptığından sorumlu olduğunu”[3] bildiği için yukarıdaki uyarıyı yapmıştır. Uhrevi yardımın şartlarından birisi de, imanlı bir şekilde Allah’a vuslattır. Allah Teâlâ’ya imanla vuslat gerçekleşmezse, peygamber bile olsa kimse kimseye şefaatçi olamaz. Kurtulmak için, hayatı iman ve salih amellerle ihsan üzerine donatmak şarttır. İman yakine ulaştırılıp farzlar yerine getirilip nafilelerle çok iştigal edilerek Allah’a yaklaşılmazsa, kuru kuruya aidiyet, sahibine kesinlikle yarar getirmez. Konuyla ilgili en önemli ve hikmet dolu uyarıyı Hz. Peygamber (s.a.v.) şu hadislerinde yapmıştır: “Kimi amel(ler)i geri bırakmışsa, soyu ve nesebi onu (bir adım bile) ileriye götüremez.”[4] Kendini nereye ait görürsen gör; kime yakın olduğunu iddia edersen et ama kâmil imandan ve ameli salihten uzak durmaman gerekir. Bu anlayışa göre, hem kalbin ameli olan iman, hem de ibadetler hakkıyla yerine getirilmelidir.
Buraya kadar meseleye ışık tutan ayet ve hadislerden bir kısmını ele almamıza rağmen, günümüzde de bazı insanlar tasavvufi kurumları sığınak haline getirmek suretiyle ahirette kurtulacaklarını; mürşidlerinin kendilerini sıratta, mizanda ve amel defterlerinin dağıtımında yalnız bırakmayacaklarını iddia etmektedirler. Böyle bir yaklaşım ve anlayış gayba iman konusuyla ilgili olmasından dolayı İslâm’ın ruhuna aykırı olduğu gibi, insanı salih ameller yapmaktan da engeller. Öğretmen makamında olan mürşitlerin aşırı yüceltilmesine ve istikamet sapmasına neden olabilir. Hz. Peygamber Efendimize (s.a.v.), Hz. Ayşe annemiz: “Ey Allah’ın Resulü! Kıyamet gününde aile fertlerinizi hatırlayacak mısınız?” dediğinde, Hz. Peygamber (s.a.v.) şu cevabı vermiştir: “Şu üç yerde hatırlamayacağım. Amel defterleri verilirken, insanın amelleri mizana konulurken ve sırattan geçerken”[5] Resulullah (s.a.v.) bu cevabı verdiğine göre, insanların olayı naslar çerçevesinde Müslümanca düşünüp ayet ve hadislere aykırı değerlendirmeler yapmamaları gerekir. Mürşitleri abartılı anlatıp itikadi tehlikeler yaşamaya ve yaşatmaya gerek olmadığı kanaatindeyiz. Ayet ve hadislere aykırı beyanların herhangi bir bilgi değerinin olmadığının bilinmesi önemli bir kuraldır. Bu önemli kural ancak ilimle elde edilir. Zira ilim hak ile batılı birbirinden ayırt etmeye vasıta olan bir nurdur. Nur olmayınca mesafe alınmaz, terakki edilmez. İlimsiz vuslat Allah’a (c.c.) olmaz, olsa olsa şeytana olur. Bütün bu tehlikeli alanların doğmaması için eskiden sûfi önderler, akaid ilminde yeterli bilgiyi almayanları tasavvuf yoluna almamışlardır.
Tasavvuf, Müslümanların irfan mekteplerinden birisidir. Meşruiyyetini Kitap ve Sünnetten alır. Naslarla çatışan bir sûfilik anlayışının kabul edilmesi mümkün olmadığı gibi, Müslümanlara manevi yararlar sağlaması da imkânsızdır. Tasavvufun amacı; inançta, ibadette, muamelatta ve ahlakta Resulullah’ı (s.a.v.) örnek alan şahsiyetli ve gayretli mü’minler yetiştirmektir. Enfüsî alanda bütün hastalıkları tedavi edip bireysel ve toplumsal anlamda nebevi bir cemaat oluşturmayı hedefler. Emanete liyakat kazanan bu cemaata şahid ümmet olduğunu hatırlatır ve ona ayaklarının bastığı yerlerden itibaren toplumsal ve siyasal değişim yapmasını öğütler. Fakat bu devrede kendisini kurumsal olarak sağ ve sol siyasete ucuz oy deposu yapmaz. Hakiki tasavvuf anlayışının idealinde dar’ü-l İslâm inşa etmek vardır. Böyle bir tasavvuf anlayışı, hayatın tüm alanlarında İslâm hâkim olana kadar cihadın farz-ı ayın olduğunu bildirir ve kapalı odalarda belirli zevkleri paylaşanların sûfilikle bir irtibatının olmadığını gönüllere zerkeder. Velhasıl tasavvuf, kuru bir aidiyetle cennetlik olunmayacağını herkese ilan eder ve hayatı anlamlandırırken; Kur’an’a dört elle sarılıp muhtevasını yaşamayı; ayrıntılar dâhil hayatın bütün cephelerinde Hz. Peygamberi (s.a.v.) örnek almayı, helal lokma yemeyi ve haram kazanç yollarının tamamından kaçınmayı, kimseye eziyet ve zulüm yapmamayı, günahlardan uzak durmayı, şayet günah işlerse hemen kendine gelip tevbe etmeyi ve haksızlıkları telafi etmeyi ve her hak sahibine hakkını vermeyi prensip edinir.[6] Bütün bu sayılan hususlarda samimi olunur ve kelime-i tevhidin hükmüne iman üzere hayat sonlandırılabilirse; gerçek vuslat tahakkuk ettirilebilirse, işte o zaman cennet kazanılabilir.
[1] Şuara 26/214
[2] Buhari, 65, Tefsir, 2, c.IV, s.17; Müslim, I, İman, 89, Had. no: 351, c.I, s.192-193; Tirmizi, c.V, s.338; İbni Mace, 30, Had. no: 6, c.VI, s.250.
[3] Bakara 2/286.
[4] Ahmed, Müsned, (tah: Muhammed Şakir), Had. no: 7421 c. XIII, s.161.
[5] Ahmed, Müsned, c. VI, s.101.
[6] Uludağ, Süleyman, Tasavvufi Terimler Sözlüğü, Marifet yay. 1996, İstanbul, s. 543.
MEHMET SÜRMELİ