Hz. Mevlana’yı Gerçek Kimliği İle Tanımak ve Tanıtmak

Hz. Mevlânâ denince hem dünyâda hem Türkiye’de ‘engin bir hoşgörü’ akla gelmektedir. Bu düşünce hümanizme kadar götürülüyor. Hz. Mevlânâ’nın mûsikîye olan hayranlığı, semâya olan düşkünlüğü, insanlara eziyet etmediği, hoşgörülü olduğu bahis mevzuu ediliyor. Şâirlik yönü ortaya konuyor. Bunların Hz. Mevlânâ’yı değişik yönlerden tanıttıkları doğrudur. Ancak Hz. Mevlânâ’nın asıl üzerinde durulması gereken özelliği, Hz. Mevlânâ’yı Hz. Mevlânâ yapan sûfîlik yönüdür, tasavvufî yönüdür.

Hz. Mevlânâ tek kelimeyle ifâde edilecek olursa, o tek kelime ile ‘sûfî’dir, bir mutasavvıftır. Hz. Mevlânâ’nın diğer bütün yönleri, tasavvufî yönünden yâni İslâm’dan beslenir. Dolayısıyla tasavvufî yönünü dışlarsanız, görmezden gelirseniz diğer özellikleri havada, boşlukta kalır, yanlış mecrâlara akar veya yönlendirilir. “Mevlânâ Haftası” dolayısıyla törenler yapılıyor, programlar düzenleniyor. Buralarda önceliğin ya da bahsedilen temel vasfın Hz. Mevlânâ’nın tasavvufî/dînî yönü olması gerekir. Hz. Mevlânâ’nın düşünce yapısını, sistemini, nasıl bir insan olduğunu ortaya koymamız gerekmektedir. Hz. Mevlânâ’yı Hz. Mevlânâ yapan en önemli hususların birincisi: Hz. Mevlânâ din âlimidir. O eserlerinde hep Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in (sav) sözlerini referans olarak alır, fikirlerinde hep bu iki kaynağa dayanır.

İkinci olarak, din âlimliğinin yanı sıra Hz. Mevlânâ’nın daha derin bir boyutu vardır: Hz. Mevlânâ bir sûfîdir. Onu anlatır ve tanıtırken bu iki özelliği aslâ gözardı etmemek ve diğer bütün özelliklerinin buradan beslendiğini unutmamak gerekir. Hz. Mevlânâ engin bir hoşgörü sahibiydi’ deniyor. ‘Nerden kaynaklanıyordu bu hoşgörüsü?’diye sormalıyız. Hz. Mevlânâ’yı doğru anlamak ve tanıtabilmek için, Hz. Mevlânâ’nın tasavvufî yönünün iyi bilinmesi lazımdır. Hz. Mevlânâ’nın eseri Mesnevî, basit bir şiir kitabı değildir. Mesnevî görünürde iki beyitten oluşan, hiçbir kısıtlaması olmayan bir yapıya sahiptir. Şiirsel bir görüntüsü vardır. Şiirler de hikâyelerden bahseder, bunlarda bazı âyet ve hadislerin yorumları vardır. Mesnevî basit bir hikâye kitabı değildir. Basit bir tefsir, bir hadis şerhi değildir. Mesnevî’nin bir gâyesi vardır. Mesnevî’nin en önemli özelliği, Hz. Mevlânâ sistemini, Hz. Mevlânâ tasavvufî eğitimini benimseyen insanların el kitabı olmasıdır. Mesnevî bu gâyeyle yazılmıştır. Hz. Mevlânâ bu düşünce ve eğitim sistemini toplumda herkes anlasın diye hikâyelerle anlatıyor. Hikâyeler bazı yerlerde somutlaşıyor, bazı yerlerde semboller işin içine giriyor. Onu da erbâbı anlıyor. Mesnevî’yi okuyan kişinin en azından güzel ahlâkı, dürüstlüğü öğrenmesi, kötü ahlâka meyletmemesi isteniyor. En basit anlamda bunlar işleniyor. Daha derin anlayanlar için, Mesnevî’den irfânın en yüksek değerlerinin öğrenilmesi sağlanıyor. Bâzıları basit bir hikâye gibi görünür fakat sembolleri çözdüğünüzde karşınıza muazzam bir ‘mârifetullâh/irfân’ boyutu çıkar. Mesnevî’den bahsedilirken böyle bahsedilmeli. Mesnevî’de bahsedilen sâdece neyin o yanık sesi değildir. Neyin yanık sesinin sembolize ettiği daha birçok derin anlam dünyâsı vardır. Ney insanın ruh âleminden kopuşundan kaynaklanan acılarını, hüznünü, kederini dile getiren bir semboldür. Hz. Mevlânâ’nın hoşgörüsü, engin insan sevgisi tasavvuf kaynaklıdır. Tasavvufta en temel husus; sûfîlerin diğer ulemâdan ve diğer düşünce sistemi mensuplarından ayrıldığı en bâriz nokta mahlûkâtı, yaratılmışları Allâh’ın en güzel eseri olarak görmeleri; mahlûkâtın, özellikle insanın Allâh’ın nezdindeki değerinin belirtilmesidir. Varlıkta mutlak mânâda hep sevgi hâkimdir, muhabbet hâkimdir. Bütün mesele bunu duyabilecek seviyeye gelebilmek, bu seviyeyi yakalayabilmek için gerekli eğitimi alabilmektir. Hz. Mevlânâ düşüncesinde de herkes kendisine bir yer buluyor. En günahkârından en dindarına kadar böylesine geniş bir yelpaze…

Hz. Mevlânâ’yı Hz. Mevlânâ yapan değerlerin başında onun bağlı olduğu dînî esaslar gelmektedir, demiştik. Yâni, onun değerler ve kaynaklar manzûmesinin başında, Allah katında yegâne din olan İslâm geliyor. İslâm sâdece bize tebliğ edilmedi. Bütün insanlığa baştan beri ilân edilen tek din İslâm’dır. Hz. Mevlânâ Allah sevgisini, Allah sevgisinin mânâsını tasavvufî bir sistem içerisinde Kur’ân-ı Kerîm’den alıyor, Hz. Peygamber’den alıyor. O merhameti Kur’ân’dan öğreniyor. Allâh’ın mahlûkatına ne kadar merhametli olduğundan yola çıkıyor. Kur’ân-ı Kerîm besmeleyle başlar. Besmele Allah ismiyle başlar, ondan sonra Rahmân ve Rahîm sıfatları gelir. Başka sıfat yoktur besmelede. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk âyeti ‘Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a hamdolsun’ diye başlar. Âlemlerin Rabbi demek, bütün her şeyin sâhibi demektir. Allâhü Teâlâ kâfirin de Rabbidir, müşrikin de Rabbidir, münafığın da, Müslümanın da, müttakinin de Rabbidir. Herkesin herkese Cenâb-ı Hakk’ın gözüyle bakmasının yolunu öğretir tasavvuf. Hz. Mevlânâ bunu başarmış bir insandır. Hz. Mevlânâ istiyor ki herkes Allâh’ın güzel kulu olsun, ‘yaramaz kulu olmasın.’ Bunun için çabalıyor.

Konumuza, Şeb-i Arûs törenlerindeki eksikliklere dönecek olursak, bakınız bu konuda şunlar da dikkat çekmektedir: Bizler bâzen işin şovunda, görüntü boyutunda kalıyoruz. İşin ciddiyetiyle ilgilenmiyoruz. Hattâ maalesef kimi zaman Hz. Mevlânâ’yı kullanarak prim toplamak, reyting yapmak veyâ daha acı bir tâbirle rant elde etme peşinde koştuğumuz dahi oluyor. Bunu şöyle îzah edeyim: Meselâ, Hz. Mevlânâ ile ilgili yapılan törenlerden sonra insanların zihinlerinde kalan nedir? Sema gösterisi ve ney dinletisi, öyle değil mi? Çok iyi, bunlar gerçekten çok güzel programlar, insanları son derece etkileyen programlar, ama Hz. Mevlânâ sâdece bunlardan mı ibâret? Hz. Mevlânâ’yı Hz. Mevlânâ yapan değerleri unutmuyor muyuz? İlmî yönü, din âlimliği yönü, tasavvuf eğitimciliği yönü, mütefekkirlik yönü, halk adamlığı yönü de unutulmamalıdır. Hattâ kanaatimce bu özelliklerin onu anlatmada ve anlamada temel alınması ve bütün programların bunların üzerine binâ edilmesi gerekmektedir. Bir semâ gösterisinden önce;

“Hz. Mevlânâ’da şükür nedir?

Hz. Mevlânâ şükrü nasıl anlıyor?”,

“Hz. Mevlânâ takvâyı nasıl anlıyor?”,

“Hz. Mevlânâ’da mârifetullâh anlayışı nasıl?”,

“Hz. Mevlânâ güzel ahlâkı nasıl anlıyor?” sorularına cevap verilmesi gerekiyor.

Tabiî ki bu hususta en büyük görev, bu törenlerde hiç görünmeyen ilâhiyatçılara, Mevlânâ düşüncesini özümsemiş ve çözebilmiş, onunla gönüldaş ve fikirdaş olabilmiş ilâhiyatçılara düşmektedir. Ortaya koyacağınız Hz. Mevlânâ prototipinin Hz. Mevlânâ’nın aslına uygun olmasını istiyorsanız, belirttiğim esaslar olmalıdır. Yoksa başka türlü bir Hz. Mevlânâ ortaya çıkar. Burada şu gerçeğin de altı çizilmeli, ya da itirâf edilmelidir ki Hz. Mevlânâ gerek Şeb-i Arûs törenlerinde, gerekse diğer anma etkinliklerinde her geçen yıl daha ciddî bir biçimde anılmakta ve tanıtılmaktadır. Özellikle son iki yıldaki etkinlikler hakîkaten takdîre şâyândır. Mistik müzik festivali, konferanslar, paneller, sempozyumlar, sergiler ve çeşitli sanat etkinlikleri… Bunlar gerçekten büyük işler. Bu esnâda Konya’yı “dünyânın tasavvuf merkezi” yapmanın ve ülkemizi ve Konya’yı en güzel şekilde dünyâya tanıtmanın yollarını birlikte aramamız ve elimizdeki bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. 

Anadolu Türk toplumunun dînî, kültürel, ilmî ve hattâ sosyal hayâtı içerisinde Hz. Mevlânâ’nın yeri ve önemine gelince: Bizim kültürümüzde Hz. Mevlânâ’nın din ve tasavvuf anlayışının çok önemli bir yeri vardır. Bizim kültürümüz, İslâm’ı ve Hz. Peygamber’in (sav) hayâtını doğru anlamış, doğru yorumlamıştır. Osmanlı’dan ve daha öncesinden başlayan Türkİslâm Kültürü iki ana temelden oluşuyor: Zâhiri ilimler ve tasavvufî düşünce. Osmanlı özellikle zâhirî ilimlerde, kelamda, itikatta, inanç esaslarında Mâtürîdiyye esâsını benimsemiş; fıkıhta yâni ibâdet ve sosyal hayat kurallarında ise Hanefiyye esâsını benimsemiştir. Bu Osmanlı’yı Osmanlı yapan iki temel ayağın bir tânesini oluşturuyor. Diğer ayağını tasavvuf oluşturuyor. Bu alanda ise Hz. Mevlânâ’nın ve İbn Arabî’nin çok önemli bir yeri var. Türklerde İslâm’ın yaygınlaşmasında Ahmed Yesevî etkili olmuş ise de, Hz. Mevlânâ ile birlikte Hz. Mevlânâ ve İbn Arabî düşüncesinin hâkimiyetini görüyoruz. Sâdece Hz. Mevlânâ değil, Abdülkâdir Geylânî, Yûnus Emre, Hacı Bektâş-ı Velî, Eşrefoğlu Rûmî gibi nice bilge, ârif ve erenlerin kültürümüzde çok büyük yeri ve tesiri vardır. Hz. Mevlânâ ve Mevlevi kültürü ise bunların başında gelmektedir.Bu topraklardaki hoşgörüye, diğer inanç ve fikirlere saygıya diğer topraklarda rastlanmıyorsa, bu meziyet bu memleketin insanına Hz. Mevlânâ ve benzeri şahsiyetlerden kalmamış mıdır? Bugün için Hz. Mevlânâ, Nasreddin Hoca, Ahmed Yesevî, Hacı Bayrâm-ı Velî, Eşrefoğlu Rûmî, Emir Sultan, Geyikli Baba, Hacı Bektâş-ı Velî, Yûnus Emre ve diğer pek çok sûfî, Müslüman Türk toplumunun en temel referans ve unsurlarındandır. Bugün Nasreddin Hoca bizi fıkralarıyla sâdece güldüren bir komedyen değildir; bilakis o, fıkralarıyla bizim insanımıza, bu toprakların insanına şuur veren, fikriyat aşılayan ve biz farkında olmadan bizi eğiten, zihniyetimizi şekillendiren çok önemli bir fikir babasıdır. Onları bu toplumdan aldığınız zaman, ortada bu toplum kalmaz. Dolayısıyla bu değerleri karalayarak, hattâ daha ileri gidip, onlar hakkında bu memleketin insanlarının midesi ve zihnini bulandırarak bu toplumu onlardan koparmaya çalışan -sözüm ona- “görüş”leri “ilmî ve mâsum birer görüş” şeklinde tanımlamak ve değerlendirmek en azından safdillik olacaktır. Bu fikirler ilmî birer temele veyâ gerçeğe dayansa söyleyecek hiçbir sözümüz olmaz; ama “havada bulut: sen bana ördek dedin” cinsinden “fantaziler”le ve maalesef ilmî pâyeli insanlar tarafından üretilen hayâlî iddiâlarla bu tür değerler karalanmaya çalışılmaktadır. Belki bundan daha acı ve düşündürücü olanı ise şudur: Çeşitli ilmî(!) çevreler, bu tür saplantılara iltifat etmekte veyâ gizli ve açık bu fikirlere destek vermektedirler. Yukarıdaki şahsiyetler ve diğerleri gibi, millî ve mânevî değerlerin bu toplumun hayatından bir şekilde dışlanmaya çalışılması, bu toplumun dibine yerleştirilecek en tehlikeli dinamitlerin başında gelmektedir. Bu tür cereyanların sonucunu görmek ya da tahmin etmek hiç de zor değildir. 

Burada son olarak şunu söyleyebiliriz: Bugün yaşadığımız dünyada artık beyinlere çekilmiş olan setler yıkılmış durumdadır. İnsanlar artık birbirini tanımakla meşgul, diğer kültürleri tanımakla meşgul; artık ‘onlar kötü, biz iyiyiz’ kandırmacasını insanlara yutturamıyorsunuz, herkes diğerini “tanımaya” çalışıyor. Dolayısıyla Müslümanları da dünyâ her geçen gün daha yakından tanıyor. Hz. Mevlânâ gibi şahsiyetleri tanıyanlar bizim inanç sistemimizin, insanlık anlayışımızın, hayâta bakış tarzımızın ne kadar mükemmel, muazzam, insan onuruna nasıl yaraşır olduğunu anlarlar. Bugün Müslüman olanların kâhir ekseriyeti, Hz. Mevlânâ ve İbn Arabî düşüncesinden yola çıkarak İslâm’ı öğrenmeye başlamışlardır. Bu sayı her geçen gün artmaktadır. Artık dünyâda bir Hz. Mevlânâ, İbn Arabî sevgisi aldı başını gidiyor. Bu sevginin merkezinde ise Konya bulunuyor. Daha sistemli, daha ilmî esaslara dayalı, Hz. Mevlânâ’nın saydığım üç yönünü (dîn, tasavvuf, fikir) ortaya çıkarıcı faaliyetlerle birlikte Hz. Mevlânâ programlarının devam ettirilmesi lazımdır. Bu son derece önemlidir. Sözlerimizi Hazretin şu güzel rubâîsiyle bitirelim:

“Yârimizdir gönül her kime aksa

İncimizden çakar, inciler çaksa

Üstü ‘elest-belâ’ damgalı altın

Bizimdir o hangi mâdenden çıksa.”

[toggle title=”Yazar hakkında” state=”open” ]Prof. Dr. Dilaver GÜLER – Alıntı: Yenidünya dergisi Aralık 2013 Sayısı[/toggle]

admin

Soru ve görüşleiriniz için İrtibat: fikiratlasi1@gmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.