Vahiy Öncelikli Düşünme ve Firâset

Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre, “Resûlullah sallahu aleyhi ve sellem:

“Mü’minin firâsetinden sakının. Çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar/değerlendirme yapar” buyurmuş sonra da “Gerçekten bunda firâset/idrak/anlayış sahipleri için âyetler/ibretler vardır”[Hıcr sûresi (15), 75 ] âyetini okumuştur.1

FİRÂSET/FERÂSET

Firâset ya da ferâset, görülenin arkasındaki gerçeği fark etmek, geleceğe yönelik isabetli öngörüde bulunmak, olayları vahiy (kitap-sünnet) çerçevesinde değerlendirip herkesten farklı ve isabetli yorumda bulunmak gibi anlamlara gelmektedir.

Hadisteki “el-mü’min” kelimesi, “el-Mü’minü’l-kâmil/olgun mü’min” demektir. Allah Teâlâ, olgun mü’mini, imanının nuru ile -öteki mü’minlerden ayırır ve- onu gizli-kapaklı hallere(zamâir) ve bazı sırlara (serâir) muttali kılar. Nitekim irfan ehli kişiler, yeryüzünde Allah’ın şâhitleridir.

“Mü’minin firâsetinden sakının” uyarısının anlamı “günah işlemekten uzak durun, çünkü olgun mü’min, yapıp ettiklerinizin farkına varır, onun huzurunda mahcup olursunuz” diye anlaşılmıştır.

Firâset, insanın şekil-şemâil, renk ve sözlerinden ahlâkına, faziletine ve de kötülüklerine istidlal etmek, çıkarımda bulunmaktır diye de tanımlanmaktadır. “Gerçekten bunda firâset/idrak/anlayış sahipleri için âyetler/ibretler vardır” âyet-i kerimesi 2 ve “Sen onları yüzlerinden tanırsın”3 âyeti bu tanımı desteklemektedir.

“Çünkü olgun mü’min Allah’ın nuru ile bakar, değerlendirme yapar” ifadesinin anlamı da “mü’min, Allah’ın nuru ile aydınlanmış kalb gözüyle görür”demektir. Dolayısıyla gözlerini haramdan sakınan, nefsini şehevâttan alıkoyan, içini murâ­kebe ve denetimle onaran ve helal yeme alışkanlığına sahip olan firâset özelliğini güçlendirmiş ve hata ihtimalini oldukça azaltmış olur. Bu sayılanlara dikkat edilmezse kalbin nuru söner Bir kimseye Allah nur vermemişse, artık o kimsenin aydınlıktan nasibi yoktur”4 âyeti herhalde bu durumu tespit ve ilan etmektedir.5 Nitekim hadisimizde de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allah’ın nuru ile firâset arasında doğrudan ve sıkı bir ilginin bulunduğuna dikkat çekmek suretiyle firâsetin kaynağına işarette bulunmuştur. Bu sebeple firâseti, Allah Teâlâ’nın mü’mi­ne imanındaki kemali sebebiyle verdiği bir lütfu olarak anlamak ve tanımlamak mümkün gözükmektedir.

Kemâl-i iman göstergeleri

Bir mü’minin imanını kemale erdirebilmesi için neleri niçin yapması gerektiğini Peygamber Efendimiz, Ebû Ümâme el-Bâhilî radıyallahu anh’dan rivâyet edilen bir hadis-i şerifte şöyle açıklamıştır:

“(Sevdiğini) Allah için seven, (kızdığına) Allah için kızan, (verdiğini) Allah için veren ve (vermediğini) Allah için vermeyen mümin, imanı(nı) kemâle erdirmiştir.”6

Bu hadis-i şerife göre iman olgunluğunun göstergeleri, sevip benimsediğini, nefret edip reddettiğini, verdiğini, vermediğini, yapıp ettiğini hep “Allah için (lillahi)” kaydına bağlı olarak yapmaktır. Nitekim hadiste bu fiiller mutlak olarak, yani herhangi bir mef’ûle/nesneye bağlı olmaksızın zikredilmek suretiyle her konuya yönelik yorum kapısı açık bırakılmıştır.

Sevdiği kişiyi Allah’a olan imanı ve kulluğu dolayısıyla seven kimse, imanda kemalin en köklü ve birinci duygusal göstergesine sahiptir. Aynı şekilde herhangi bir kişiye ya da nesneye, kişisel bir hınç nedeniyle değil de iman değerlerine ters düştüğü için kin besleyen ve nefret duyan kimse de imanda kemalin ikinci duygusal göstergesini elde etmiştir.

Öte yandan, “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığı ya da herhangi bir beklenti sebebiyle değil, “Biz sizi Allah rızası için yediriyor-içiriyoruz. Sizden herhangi bir karşılık ve teşekkür de beklemiyoruz”7 bilinciyle sadece layık oldukları için seve seve birilerine bir şeyler verenler ile; gördüğü herhangi bir zarar ve kötülükten dolayı değil, inanç değerlerine göre verilmemesi gerektiği için birilerine bir şeyler vermeyenler de imanda kemalin fiili/davranışsal iki temel göstergesine sahip bulunuyorlar demektir.

İmanda kemal göstergelerini ortaya koyan bu hadis-i şerifin ardından, mü’minin “Allah’ın nuru ile bakıp değerlendirme yapmasını” açıklayan bir hadis-i kutsiyi de burada hatırlamak konu bütünlüğü açısından yararlı olacaktır:

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Allah Teâlâ şöyle buyurdu” demiştir:

“Her kim (ihlâs ile bana kulluk eden) bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona karşı harb ilân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (âdetâ) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse, onu mutlaka veririm; bana sığınırsa, onu korurum.”8

Bu hadis-i kutsî göstermektedir ki firâset, aslında akıl, fikir, tecrübe ve ihtisastan çok, vahiy öncelikle düşünmek ve yaşamayı başarabilmekle ilgilidir. Bu durumu aklın önüne vahyi, kitap ve sünneti koyma diye de niteleyebiliriz. Hadis-i şerifteki “Mü’min firâseti”nin, kaynağı bu ilkedir. Olayları “Allahın nuru ile değerlendirmek” ancak vahyi önceleme sonucudur. Aklı gözünde olanların böyle bir derinlikten uzak kalacakları ise açıktır.

Abdullah İbn Mes’ûd radıyallahu anh’ın şu sözleri de bu konuda oldukça dikkat çekicidir. Bir gün müslümanlar İbni Mes’ûd hazretlerine birçok konuda sorular yöneltmişlerdi. O radıyallahu anh,cevaben şunları söyledi:

“Gerçek şudur: Bizim hüküm vermediğimiz ve bir şey de sayılmadığımız zamanlar oldu. Sonra aziz ve celil olan Allah, gördüğünüz üzere bize tebliğde bulunma görevini takdir buyurdu. Artık sizden biri bugünden sonra bir mesele ile karşılaşacak olursa, o meseleye Kur’an âyetlerinde çözüm arasın. Allah’ın kitabında bulunmayan bir mesele ile karşılaşan, Resûlullah’ın verdiği hükümlere bakarak halletsin. Allah’ın kitabında ve Hz. Peygamber’in hükümlerinde çözüm bulunmayan bir olayla karşılaşan kimse, ilim adamlarının (sâlihlerin) verdiği fetvâlara bakarak meseleyi çözmeye çalışsın. Kur’an’da, hadislerde, ilim adamlarının fetvâlarında cevabı bulunmayan bir mesele ile karşılaşan kişi, aklını kullanarak içtihat etsin. Sakın ha “Ben içtihat yapmaktan korkarım” demesin. Çünkü helâl belli, haram bellidir. Helâl ile haramın arasında şüpheli ve kapalı konular vardır. O halde sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene bak!”9

Tercih ve tevcihlerde (yönlendirme) neyin esas alınıp öncelendiğine özellikle cemaat önderlerinin ve toplumu etkileme konumunda bulunan, muktedâ bih olan ilim, irfan ve idare adamlarının daha çok dikkat etmeleri gerekmektedir. Zira asgarî müştereklerde bile anlaşamayıp aynı tavrı gösteremeyen Müslümanların bu dağınıklığında vahyi, kitap ve sünneti önceleyen düşünce eksikliğinin ya da “basireti bağlanmış” önderlerin etkisi herhalde görmezden gelinemez. Basite alınan günlük işlerden devletlerarası ilişkilere kadar vahiy öncelikli tercihlere ağırlık vermek, iyi Müslüman, olgun mü’min olmanın düşünce boyutunu, böylesi tercihler yönünde hareket etmek de davranış boyutunu ortaya koyar.

Olgun mü’min ya da firâset sahibi müslüman salt kişisel kanaatlerle hareket edilmesi halinde büyük felâketlerin kaçınılmaz olabileceğini; Kitap ve Sünnet’e uyulması yani vahyi önceleyen bir düşünce ile hareket edilmesi halinde ise bu tür felâketlerden uzak kalınacağını bilen bir inanç adamıdır.

Günlük hayatı topluca ve toplumca vahyin çizdiği sınırlar içinde daha derinden ve daha yaygın olarak değerlendirme ortamlarında hissedilen kul olma mutluluğu, aslında düşünce-amel (inanç-uygulama) olarak kendimizi olabildiğince vahyin önderliğine teslim etmiş olmamızdan ileri gelir. Bu teslimiyet ise, günlük hayatın her alanında vahye öncelikli bir yer vermiş olmanın, en azından bunu kabullenmiş olmanın bir sonucudur. Kulluk yoğun mevsimlerin feyiz ve bereketi biraz da işte bu vahyi öncelemenin, vahiy öncelikli düşünme ve yaşamanın herkes tarafından fark edilen olumlu neticesidir.

Kişisel görüşlere öncelik tanımak, başlangıçta kolay gelse de sonuçta çoğu konularda insanı umulmadık rahatsızlıklara ve derin pişmanlıklara sürükleyebilir, düzeltilmesi çok güç hatta imkânsız neticelerin doğmasına sebep olabilir. Bu sebeple vahiy öncelikli bir fikir/düşünce, inanç ve amel/eylem hayatına ihtiyaç bulunduğu açıktır.

Sehl b. Huneyf radıyallahu anh10 (v.38), hicretin 36. yılında Hz. Ali ve Muaviye arasında cereyan eden Sıffîn savaşındaki hakem kararına (tahkim) karşı çıkmamıştı. Bu sebeple onu kusurlu davranmakla tenkit edenler oldu. Sehl bu eleştirilere şöyle cevap verdi: “Ey insanlar! Siz kendinizi, kendi görüşünüzü dininizle test edin.( İşlerinizde salt rey ile amel etmeyin.) Ben kendimi, Hudeybiye’de Ebû Cendel’in müşriklere geri verildiği sırada eğer Resûlullah’ın bu hükmünü reddetmeye gücüm yetseydi, onu mutlaka yapacak bir kararlılıkta bulmuştum. (Ama o gün, Resûlullah’ın hükmüne aykırı davranmamış olmak için kendimi tuttuğum gibi bu savaşta da Müslümanların iyiliğini gözeterek hakem kararına karşı savaşmaktan kendimi alıkoyuyorum.) Biz, kılıçlarımıza sarıldığımız her acı olayda kılıçlarımız bize doğru bildiğimiz sonuçları kolaylaştırmıştır. Bunun tek istisnası şu Sıffîn olayıdır. Sıffîn savaşı ne üzücü, ne kötüdür.”11

Hz. Ali’nin kumandanlarından olan Sehl b. Hu­neyf radıyallahu anh, bu anlattıklarıyla Hu­dey­bi­ye’de müslümanların kendilerini aştıklarını, aklın önüne vahyi koyduklarını ve böylece mutlu sona ulaştıklarını dile getirmektedir. O, ayrıca kılıçlarına sarıldıkları her olayda hep aynı öncelikle hareket ettikleri için pişman olmadıklarını vurgulamaktadır. Bu genel tavrın tek istisnasının Sıffin savaşı olduğunu açıklamaktadır. Sıffîn olayında ve özellikle hakem kararıyla çözüme gidilmesine karşı çıkılmasında bir öncelik kayması görüldüğünü, vahyin değil, re’yin ve kişisel görüşlerin öncelendiğini bildirmektedir. Neticede de olmaması gereken şeylerin olduğunu, kendisinin işte bu sebeple hakem kararına göre davrandığını ve bu davranışının asla bir görev kusuru olmadığını söyleyerek kendisini savunmaktadır.

Bir başka rivâyette Sehl radıyallahu anh’ın haber verdiğine göreEbû Cendel olayının cereyan ettiği Hudeybiye Antlaşması’nın maddeleri ve bilhassa Müslümanların o yıl Kâbe’yi ziyaret edemeden dönecek olmaları Hz. Ömer’i harekete geçirmişti. Ömer, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip;

-“Biz hak üzere değil miyiz? Müşrikler de bâtıl üzere değiller mi? Bizden ölenler cennette, onlardan ölenler cehennemde değil mi? Allah bizimle onlar arasında hüküm vermeden biz şimdi buradan geri mi döneceğiz?” diye tepkisini dile getirmiştir. Hz. Peygamber de,

-“Ben Allah’ın resûlüyüm, O beni aslâ zarara uğratmaz, utandırmaz!” diye cevap vermiş, olaya vahiy öncelikli ve derinlikli bakılması gerektiğini belirtmiştir.

Hz. Ömer, daha sonra Hz. Ebu Bekir’e giderek aynı tepkiyi göstermiş o da tıpkı Hz. Peygamber gibi cevap vermiştir.12

Bu olaydan açıkça anlaşılıyor ki kişisel görüş­le­rin dinî prensiplerle test edilmesi gereklidir. Ni­te­kim Hz. Peygamber; “Hiçbiriniz duygu­la­rı/his ve hevesleri benim getirdiğime uymadıkça olgun mü’min olamaz!”13 buyurmuştur. Ayağında zincirlerle ve müşriklerden gördüğü işkenceden kaçarak Müslümanlara sığınan Ebû Cendel’in, çok kısa bir süre önce imzalanmış bulunan anlaşma gereği müşriklere iade edilmesi sırasında Hz. Peygamber’in tavrının, görünenin ötesinde bir anlamı olacağı, çünkü onun vahiy öncelikli yaşadığı düşüncesi, kişisel görüşlerin önüne geçirilmiş ve görüntünün dayanılmaz acısına rağmen sonuç olumlu ve lehte gelişmiştir. Allah Teâlâ, Müslümanlar daha Hudeybiye’den ayrılmadan Fetih sûresi’ni göndererek “feth-i mübin” müjdesini vermiştir.

Bu tarihî gerçek de gösteriyor ki vahiy, kitap sünnet öncelikli anlayış, kişisel görüş ve değerlendirmelerin (rey) yanlışlığından ve mânevî vebâlinden kurtulma şansı tanımaktadır. Bunun sonunda da “iyi Müslüman, olgun mü’min” olma imkânı ve erdemi yakalanmış, eşyaya, olaylara ve evrene Allah’ın nuru ile bakma, firâset seviyesine ulaşılmış olmaktadır.

Dipnotlar:

1) Tirmizi, Tefsiru sure 15, 6 ; Tuhfetu’l-ahvezî, VIII, 554-557, hadis no:3333.

2) El-Hıcr (15), 75.

3) El-Bakara ( 2 ), 273.

4) En-Nûr (24), 40.

5) Bk. El-Münâvî, Feyzu’l-kadîr, I,142-143.

6) Ebû Dâvud, Sünnet 15; Tirmizî, Kıyâme 60; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 438, 440. Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî, hadisi Muaz b. Enes’den takdim-tehirli olarak, “Allah için evlendiren” ziyâdesiyle ve “imanını kemâle erdirmiştir” diye rivayet etmişlerdir. Ayrıca Tirmizi hadis için “hasendir” değerlendirmesinde bulunmuştur.

7) el-İnsan (76), 9.

8) Buhârî, Rikak 38.

9) Nesâî, Kazâ 11. Nesâî, bu rivayet için “ceyyid, ceyyid” değerlendirmesinde bulunmuştur.

10) Hayatı hakkında bilgi için bk. Zehebî, Siyer, II, 325-329.

11) Bk. Buhârî, İ’tisam 7, Cizye 18.

12) Görüş ve değerlendirmelerinin isabetiyle tanınan Hz. Ömer’in, Hudeybiyede’ki bu tavrı, bir an için kişisel değerlendirmesini öne çıkarması sonucudur. O, aynı tavrını bir kez de ridde olayları başladığında mürtedlerle savaşmaya karar veren halife Ebû Bekir’e karşı ortaya koymuştur. Ancak her iki olayda da vahyî gerçeğin hatırlatılması neticesinde kendi görüşünden vazgeçip gerçeğe teslim olmuştur.

13) El-Beğavi, Mesabihü’s-sünne, I, 60; Nevevi, Kırk Hadis, Hadis no: 41.

Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan / Altınoluk dergisi 2013 – Aralık, Sayısı

admin

Soru ve görüşleiriniz için İrtibat: fikiratlasi1@gmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.