Çarptırılan Hakikat: Nüzul-ü İsa (A.S.)

Dünya, bir gün ömrünü tamamlayacak; İçindekilerle birlikte yok olacak. Bu sonsuz tükenişin ne zaman olacağını bilmiyoruz. Malumatımız, yok oluşun emarelerini bilmekle sınırlı.
Allah Resulü (s.a.v.), risaleti müddetince Kıyametin zamanı ile alakalı sorulara sıklıkla muhatap oldu. Kur’an, hadiseyi şu ifadelerle anlatıyor: “Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır.”[1]
Kıyametin mutlak olarak bilinmezliğini zihinlere nakşedilmek için Dıhyet-i Kelbi suretinde Huzur-u Nebi’ye gelen Hz. Cebrail, Allah Resulü’ne kıyametin zamanını sorunca O (s.a.v.) şöyle karşılık vermişti: “Sorulan sorandan daha iyi bilmiyor.”[2] Bu yüzden Kıyamet “Muğeyyebat-ı Hamse/beş bilinmeyen”[3] içerisinde değerlendirildi. Bilinirliği ile alakalı kapı bütünüyle kapatıldığından ulema himmetini onun işaretleri üzerinde teksif etti. Zaten Kur’an ve Sünnet’in talebi de bu doğrultudadır.

Kıyamet alametleri içerisinde yer alan ve delilleri “vurud” ve “delalet” yönünden kat’iyyet ifade edenler “yakin bilgi” kabul edildi. Bu yüzden onlara iman etmek “zarurat-ı diniye”den addedildi. Deccal, Ye’cuc ve Me’cuc, Dabbetu’l-Arz, güneşin batıdan doğması ve Hz. İsa’nın (a.s.) yeryüzüne inişi böyledir.[4]

Hz. İsa’nın (a.s.) bedeniyle semaya kaldırıldığı, Kıyametin arefesinde ise tekrar yer yüzene ineceği mezkür alametler içersinde -deliller itibariyle- en muhkem olanıdır. Çünkü nüzul-ü İsa ile alakalı hüküm, hem Kur’ani sarih şahitlere hem de mütevatir hadislere dayanmaktadır. Nitekim Allame Muhammed Enver Şah el-Keşmiri, “et-Tasrih bima Tevatere fi Nüzuli’l-Mesih” adıyla telif ettiği eserinde nüzul hakikatini -cem’ ettiği hadislerle- itiraza imkan vermeyecek bir şekilde isbat etmektedir. Muhammed Zahid Kevseri’de, Hz. İsa’nın öldüğünü, yeryüzüne inmeyeceğini iddia eden Şeyh Mahmud Şeltut’un fetvasına yazdığı reddiyesinde mezkür eseri tevsik ve tasdik etmektedir.[5]

Hz. İsa’nın (a.s.) ineceğine delalet eden sarih ayetler ve mutevatir hadisler üzerine icma akdedildi. Ne var ki, Batı ile kapsamlı bir şekilde buluşmanın gerçekleştiği 19. yüz yıl ve sonrasında yaşayan bir çok mustağrib Hz. İsa’nın (a.s.) inişi ile alakalı kesin hükme itiraz etti. Aslında nüzul, mustağribler için bir problem teşkil etmemekteydi. Problem, inmesi durumunda Hz. İsa’nın (a.s.) ne yapacak olmasındaydı; yeni bir şeriatla geleceğini kabullenmeleri durumunda Hz. Resulullah’ın (s.a.v.) son Peygamber olmasını reddedecek, Müslümanların tepkisini çekeceklerdi. İslam’ın doğrusunu kabul edip Hz. İsa’nın -indikten sonra- Allah Resulü’ne tabi olacağını ifade etmeleri durumunda ise, Hristiyan alemini karşılarına alacaklardı. Batı’nın yanlışını reddetmeyi göze alamadılar ve üzerinde icma edilen mutlak doğruyu te’vil ederek yanlışa müncer kıldılar.

“İbrahimi Dinler” ve onların bağlıları arasında “Müşterek Amentü” ihdas etme gayreti, mustağribleri Hristiyanlarla paralelel düşünmeye sevketti. Bu yüzden, kaleme aldıkları tefsirlerde Ehl-i Kitab’ın cennete gireceğini iddia ettiler, Resuller arasında derece farkı olduğunu reddettiler. Fakat Hz. İsa’nın inişi mevzuunda Ehl-i Kitab’la aynı kanaati paylaşamadılar. Çünkü inen İsa’nın (a.s.) İslam Şeriatı’na tabi olması Hristiyanlığın bütünüyle neshedilmesi anlamına gelmekteydi. Yani bu ihtilaf, onların meşruiyetine halel getirmemek içindi.

Modernistlerin nüzul’ü reddetmelerine etki eden diğer bir husus ise, nüzulün, İslam’ın aklileştirilme sürecine aykırı olmasıydı.

İSA’nın (a.s.) HAYATI

Hz. İsa’nın (a.s.) göğe yükseltilmesi ve tekrar yeryüzüne dönmesi bahsinin ne ifade ettiğini, Sünnet ve Cemaat alimlerinin benimsediği görüşün Kur’an ve Sünnet’in açık beyanı olduğunu yakinen anlayabilmek için Hz. İsa’nın yaşam serüvenini bilmek gerekir. Zira Hz. İsa’nın, annesi Meryem’den itibaren yaşadığı olağan üstülük ref’ ve nüzulünün de kavranmasını kolaylaştıracaktır.

Olağanüstü Hallerin Mahşeri: Hz. Meryem

İmran’ın eşi saliha bir kadındı, karnındaki yavrusunu Allah’a adamıştı, rızasına uygun bir surette kabul etmesi için de dua ederdi. Çocuk, kız olarak dünyaya gelince İmran’ın eşi hüzne gark oldu. Ne yapacağını bilemez bir halde şöyle diyordu: “Rabbim onu kız doğurdum”[6] Düşünüyordu ki, Allah’ın Beyt’ine hizmet ve ibadet şerefi sadece erkeklere aittir. Kızlar, bunu yapamazlar. Özelliklede hayızlı günlerinde.

Allah Teala, saliha kadının yavrusuna, onun şerefine binaen ad koydu; Onu Meryem olarak tesmiye etti. Meryem’i saliha annenin adağı olarak erkeğin yerine kabul etti. Ve de onu güzel bir şekilde (Nebaten Hasena) terbiye etti. Meryem’in teyzesinin kocası Hz. Zekeriyya’yı onun bakımıyla görevlendirdi. Meryem, faydalı ilmi, salih ameli Peygamber’den öğrenerek yetişti.[7]

Hz. Zekeriyya, güzelliklerin mahşerinde neşv u nema bulan Meryem’in yanında kışın yaz, yazın da kış meyvalarını bulurdu. “Bunlar nereden geldi?” diye sorunca saliha kadının kızı şöyle cevap vermişti: “Allah katından”.[8]

Hakk’ın divanında duran; rükü, secde eden Meryem, Allah Teala’nın bereketiyle dünya kadınlarına üstün kılındı. Sonra “dünyada da, ahirette itibarlı ve Allah’a çok yakın olan” bir oğulla; İsa Mesih ile müjdelendi. Melek müjdeyi getirince Meryem: “Ey Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?” dedi.[9] Dilediğini dilediği gibi yaratan Cenab-ı Hak için çocuğun babasız yaratılması sadece bir “ol” emrine bağlıydı. Onun emri o derece tartışmasız ve ertelenemezdir ki Kur’an’ın ifadesiyle: “Emrimiz ancak bir tek emirdir. Göz kırpması gibidir. (Anında gerçekleşir.)[10]

En İffetli Kadına En İffetsiz İsnad

Bakire Meryem, insanların ayıplamasından çekindiğinden hamilelik dönemini kavminden uzak bölgelerde geçirdi.[11] O kadar muzdarib olmuştu ki doğum anında; “Keşke bundan önce ölseydim de unutulmuş gitmiş olsaydım!”[12] demişti.

Hz. Meryem’in kavmi adına yaşadığı endişe gerçekleşir, çağının tanıkları ona iftira ederler: “Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: “Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın!”[13] Meryem, bu hususta onlarla konuşmayı zait gördü. Çocuğuna işaret etmekle iktifa etti. Kundaktaki bir çocuğun konuşmayacağına inanan halk bu haliyle Meryem’in kendileriyle alay ettiğini düşündüler: “Beşikteki bir bebekle nasıl konuşuruz?” dediler.[14]

“Allah’ın Kuluyum”

Kundakta annesinin göğsünden süt emen İsa (a.s.), kavminin hezeyanlarını işitince sütü terk etti, yüzüyle müfterilere yöneldi ve işaret parmağını kaldırarak “Ben Allah’ın kuluyum” dedi.[15]

Kundaktaki çocuğun ilk nutku ubudiyeti itiraf etmek oldu. Konuşmasıyla annesini zinadan Allah Teala’yı da şirk iddiasından tenzih etti. O, bu beyanıyla, göğe yükseltilmesinden sonra kendi hakkında aşırılığa sapacak Hristiyanları da reddediyordu.[16]

Pak annenin çocuğu, niçin yaratıldığını, vazifesinin ne olduğunu ifade ederken de şöyle demişti: “Allah Teala bana kitabı (İncil’i) verdi ve beni peygamber yaptı.”[17]

İman edenlerle münkirlerin hakkında ihtilaf ettiği Hz. İsa “İşte budur.” Yani Allah’ın kulu ve Nebisidir.[18] “İsa Mesih ancak Meryem’in oğludur…” ayeti ise bütün kapıları kapatır. Sonradan olmamak, ilahlığın bir gereği iken annesine nisbet edilen bir çocuk nasıl ilah olabilir.?![19]

İfrat ve Tefrit Arasında ki Hakikat: İsa Kul ve Resuldür

Annesinin kucağında hakikati söyleyen İsa (a.s.), Ben-i İsrail’i hayrete düşürdü. Ne diyeceklerini, nasıl mukabelede bulunacaklarını şaşırdılar. Farklı kanaatler izhar ettiler, fırkalara bölündüler. Yahudilerin cumhuru İsa, “veled-i zinadır.”, dedi.[20] Hristiyanlar da ihtilafa düştü: Kimi “ilahtır”, kimi “üçlü ilah sisteminin üçüncüsüdür” iddiasında bulundu. Muvahhitler ise, “İsa Allah’ın kulu ve resulüdür” diyerek hakikati doğru anlayan tek cemaat oldu.[21]

Hz. İsa’ya “veled-i zina” diyen Yahudiler ve İlahlık isnad eden Hıristiyanlar haddi aştılar. İfrat ve tefrit arasında med-cezir ihdas ettiler. Hakikat şu ki, bu konuda ifrat da tefrit de yanlıştır ve küfürdür.[22] Bu yüzden müminlerin onlarla imani müşterekler belirleyip cennet taksimatına kalkışmaları doğru değildir. americansignaturefurniture.com

Davete Adanan Ömür

Hz. İsa (a.s.) var oluşunun gereğini ifa edebilmek için çağının tanıklarına Allah’ın emirlerini tebliğ etti. Kavmini, Allah Teala’ya ibadete davet etti. “Ona kulluk edin. Bu, dosdoğru bir yoldur.”[23] dedi. Hz. İsa’ya tabi olanlar hidayete erdi, muhalefet edenler ise dalalete saplandı.[24]

Hz. İsa, ömrünü Allah Teala’nın birliğini anlatmaya adadı. İnsanları yalnız ona ibadet etmeye çağırdı. Onun dışındaki her şeyin mahluk olduğunu, bu yüzden onlara ibadet etmenin şirk bağlamında değerlendirileceğini söyledi: “Mesih şöyle demişti: Ey İsrailoğulları! Yalnız, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Kim Allah’a ortak koşarsa Allah ona cenneti muhakkak haram kılmıştır. Onun gideceği yerde ateştir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.”[25]

Hz. İsa davet ödevini yerine getirirken, abid bir kul olma noktasında kendisiyle Ben-i İsrail arasında hiçbir fark gözetmedi.[26] Çünkü onlar gibi İsa da bir kuldu. Kulun Allah Teala’ya ibadet etmesinden daha tabi bir şey olamazdı.

Ben-i İsrail’in inkar tufanına karşı Allah Teala, resulünü mücizelerle teyit etti. Allah’ın izniyle çamurdan kuş şeklinde bir suret oluşturdu, ona üfledi ve şekil, kuş suretinde canlandı, doğuştan körü ve alaca hastasını iyileştirdi, ölüleri hayata taşıdı. Ben-i İsrail bu apaçık mucizeler karşısında iman etmek şöyle dursun Allah’ın Resulünü sihirbaz diye yaftaladı.[27]

Hz. İsa Ben-i İsrail’in son peygamberi olarak insanlığın son Peygamberi Hz. Resulullah’ın (s.a.v.) geleceğini de müjdeledi: “Benden sonra gelecek Ahmed adındaki Resulü müjdeleyen peygamberim” dedi.[28]

Bütün peygamberler Allah Teala’ya hamdediyorlardı. Fakat Hz. İsa’nın müjdelediği Peygamber “Rabbine en ziyade hamd edendi/Ahmedu’l-Hâmîdine lirabbihî”.[29] Bu yüzden peygamberler ehramının zirvesinde O (s.a.v.) vardı. İsa da Onu haber veriyor, bir anlamda dünyayı Onun (s.a.v.) gelişine ihzar ediyordu. Çünkü O (s.a.v.) “Ezelde sebeb ebedde netice idi.”

Ben-i İsrail’in Su-i Kastı

Ben-i İsrail, Hz. İsa’nın bütün mucizelerini sihir diye yaftaladı. Onu öldürmeye teşebbüs etti. Fakat Allah Teala Hz. İsa’yı Yahudilerin saldırısından korudu:[30] Ne öldürebildiler O’nu, ne de asabildiler. Ona benzetilen bir şakiyi, o zannederek çarmıha gerdiler. Çünkü Cenab-ı Hakk İsa’yı (a.s.) göğe yükseltti.[31]

Kıyametin arefesinde Hz. İsa tekrar yeryüzüne gelecek, bu defaki gelişinde resul olarak değil, geleceğini müjdelediği Muhammed sallallah-u aleyhi ve sellem’in davasını tahkim edebilmek için gayret sarf edecek. Hem bu gelişiyle Yahudilerin “öldürdük” yalanını tekzib, Hıristiyanların ilahlık isnadlarını reddedecek.

Dünya’ya Gelişi Gibi Gidişi de Farklı Oldu

Peygamberler tebliğ görevini ifa ederlerken nice zorluklarla karşılaştılar. Deli, sihirbaz, kahin gibi aşağılayıcı vasıflarla anıldılar. İftiralara maruz kaldılar. Eza gördüler; taşlandılar, kırbaçlandılar. Fakat bütün bunlara tahammül ettiler. Vazifeleri bitince de diğer insanlar gibi dünyadan ayrıldılar. Hz. İsa da eslafı gibi sıkıntılara maruz kaldı. Sonunda o da dünyadan ayrıldı. Fakat Hz. İsa’nın ayrılması, gelişi gibi harikulade oldu. Bütün peygamberler ölümü tadıp, ruhlarıyla semaya yükselirken o olduğu gibi alındı semaya…

Şimdi makalenin asıl mevzuuna yani Hz. İsa’nın yeryüzünden ayrılışı, sonrasında ise tekrar dönüşü ile alakalı ayetlerin tarih boyu ulema tarafından nasıl anlaşıldıklarına bakalım:

TEVEFFA KELİMESİ

Hz. İsa’nın yeryüzünden ayrılışını ifade eden “teveffa” kelimesi “vefa” mastarından türeyen “tefe’ul” babında bir fiildir. Sözü yerine getirmek,[32] ihtiyacı karşılamak gibi anlamlara gelen bu kelime, esas itibariyle “bir şeyi tam yapmak” manasındadır. Nitekim bir malı ya da başka bir şeyi hiçbir unsurunu bırakmadan bütünüyle almaya da “teveffa” denir.[33] Zemahşeri’nin “Esasu’l-Belağa”da beyan ettiği gibi “Teveffa” kelimesi daha sonra mecazen “öldürmek” anlamında da kullanılmıştır.[34] Buna göre “teveffa”nın can almak, ruhu kabzetmek manaları sonradan şuyu’ bulmuştur.

“Teveffa” kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa ile ilgili “müteveffike” ve “teveffeyteni”[35] şeklinde iki ayrı yerde kullanılmıştır. Şimdi bu kelimeleri müfessirlerin nasıl anladıklarına bakalım:

Cumhura Göre

Cumhura göre ayetlerdeki “teveffa” kelimesi, “kabz etmek/teslim almak” anlamındadır. Çünkü “teveffa” kelimesinin asıl anlamı “bir şeyi bütünüyle almak” demektir. Buna göre “teveffa”nın Hz. İsa’ın (a.s.) akıbeti bağlamında mecazen “ölüm” anlamında kullanıldığının söylenmesi doğru olmaz. Çünkü burada mecazi mananın alınmasına dair bir delil mevcut değildir. Nitekim Kurtubi’ye göre; Allah Teala, Hz. İsa’yı uyutmadan ve öldürmeden göğe yükseltmiştir. Sahih olan da budur. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Abdullah b. Abbas’tan mervi en sahih görüş te bu şekildedir.[36]

İbn Cerir Taberi, “teveffa” kelimesinin tefsiri ile alakalı “uyutmak”, “ölmeden bedeniyle kabzetmek” ve “canını almak” şeklindeki rivayetleri verdikten sonra şöyle der: “Bu anlamların en doğrusu; ‘seni yeryüzünden alacak ve katıma yükselteceğim.’ şeklinde verilen manadır.” İbn Cerir bu manayı benimsemesine gerekçe olarak, Hz. İsa’nın nüzulü ile alakalı hadislerin mütevatir olmalarını gösterir.[37] Ebu Hayyan; “Hasan Basri, Dahhak, İbn Zeyd, İbn Cüreyc ve Muhammed b. Cafer b. Zübeyr’in de bu kanaati paylaştıklarını” beyan eder.[38] Müteahhirun arasında fekahetiyle öne çıkan Allame Alusi, bu babta tercihe şayan olan tefsirin “Hz. İsa’nın ölmeden ve uyumadan göğe yükseltilmiş olmasıdır.”[39] tarzındaki tefsir olduğunu söyler.

Rebi’ b. Enes’e Göre

Rebi’ b. Enes’e göre “teveffa” kelimesi “uyku” halinde iken alınma anlamındadır.[40] Nitekim Cenab-ı Hakk “O sizi gece ölü gibi uyutur.”[41] buyurmaktadır. İbn Abbas da, uykuda iken ruhların kabzedildiğini söyler.[42] Buna göre ayetteki “yeteveffaküm” kelimesi “yünimuküm/sizi uyutur” anlamındadır. Çünkü ölüm, uykunun kardeşidir. Nitekim Allah Resülü’ne (s.a.v.) “Cennette uyku var mı?” diye sorulduğunda; “Hayır! Uyku ölümün kardeşidir. Cennet ise, ölümün olmadığı yerdir.” buyurdu.[43]

“İnni müteveffike” ifadesi “seni uyutacağım” yani bu halde semaya yükselteceğim şeklinde olursa uykuda iken göğe çıkarılan Hz. İsa, korku duymaz ve uyandığında kendini semada emniyette bulur. Nitekim Rebi’ de Hz. İsa’nın bu halde yeryüzünden alınmasını Allah Tela’nın ona olan şefkatine bağlar.[44]

“Teveffa” kelimesi nasıl tefsir edilirse edilsin, ondan sonra gelen “ve rafi’uke ileyye/seni katıma yükselteceğim.” kaydı ile bedensel bir yükseliş olarak anlaşılır. Çünkü mezkür ifade usulcülerin diliyle “nass”dır. Yani bizzat bedensel yükselişi ifade etmek için serdedilmiştir. Çünkü “rafi’uke”den sonra gelen “ila” harfi cerri kelimenin “kişinin makam ve mevkiini yükseltmek” gibi mecazi manalara hamledilmesine manidir. Tıpkı “kanatlarıyla uçuyor” ifadesindeki ‘kanat’ kelimesinin “uçan” varlığın mecazen bu fiili işlediğini anlamaya mani olması gibi.[45]

“Teveffa” kelimesinin “uyutmak” şeklinde anlaşılması da Hz. İsa’nın göğe çıkarılışını teyit etmektedir. Nitekim “tevefffa” kelimesini bu şekilde tefsir eden Rebi’ semaya yükselmenin ruh ve bedenle olduğunu kabul eder.[46]

Vehb b. Münebbih’in Tefsiri

Vehb b. Münebbih, “müteveffike” kelimesinin “ölüm/mevt/ruhun bedenden ayrılması” anlamında olduğunu söyler. Bu görüşe göre; Allah Teala Hz. İsa’yı dünyada iken öldürdü ardından üç saat kadar yerde bıraktı ve bu halde yükseltip semada diriltti.[47]

Alusi, Vehb b. Münebbih’e ait bu tefsiri verdikten sonra tercihe şayan olanın Hz. İsa’nın ölmeden göğe yükseltildiğini anlatan görüş olduğunu beyan eder. Çünkü bir çok anlama gelen “teveffa” kelimesini, mecazi (ölüm) manada kullanabilmek için bir delil gereklidir. Halbuki böyle bir delil yoktur. Aksi yönde deliler mevcuttur. Bu durumda Vehb b. Münebbih’in tefsiri sağlıklı olmaz. Zaten Zahid Kevseri, Vehb b. Münebbih’in bu görüşü “Ehl-i Kitap”tan naklettiğini beyan eder.[48] Nitekim Zehebi, Vehb’in “İsrailiyyat” bilgisinin çok olduğunu nakleder.[49] Bu yüzdendir ki; Buhari ve Müslim, senedinde Vehb’in yer aldığı sadece bir hadisi eserlerine almışlardır.[50] Bütün bu mülahazalar Vehb b. Münebbih’in görüşünün niçin “şaz” olduğunu göstermeye kafidir.

Vehb b. Münebbih’in görüşü tercih edilse dahi bu, Hz. İsa’nın nüzulüne muhalif olmaz. Çünkü Vehb, Hz. İsa’nın semada diri olduğuna ve yeniden yer yüzüne geleceğine inanmaktadır.

Takdim ve Te’hir

Dahhak ve Ferra “inni müteveffike ve rafi’uke ileyye…” (seni eceline yetirecek ve kendime yükselteceğim.) ifadesinde “takdim” ve “te’hir”in olduğunu iki kelime arasında ki “atıf vavı”nın ise “tertib” ifade etmediğini söyler. Buna göre mana şu sıralamaya göre verilir: “inni rafi’uke ileyye ve mutahhiruke minellezine keferu ve müteveffike ba’de en tenzile mine’s-sema”; seni katıma yükselterek inkar edenlerden temizleyecek ve semadan indikten sonrada öldüreceğim.[51]

Ayet bildiriyor ki, Allah Teala Hz. İsa’yı Yahudilerden korumuştur. Gökyüzüne çıkartılan peygamber vakti zamanı gelince yeryüzüne inecek, vazifesini ifa edecek sonra da vefat edecektir. Bu grupta yer alan müfessirlerin “teveffa” kelimesini Hz. İsa’nın semadan indikten sonra ölmesi şeklinde anlamalarında hadisi şerifler etkin olmuştur. Nitekim Hasan Basri’den nakledilen bir hadiste Allah Resulü Yahudilere şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak ki İsa (a.s.) ölmedi. O kıyametten önce size geri dönecektir.” (İnne İsa lem yemut ve innehu raci’un ileyküm kable yevmi’l-ahire)”[52]

“Teveffa” ile “vefat” kelimeleri arasındaki farkı idrak edemeyen, bu yüzden Hz. İsa’nın öldüğüne hükmeden, Zahiri İbn Hazm’da “Muhella”sında, nüzulün hak olduğunu söyler.[53] Görüldüğü gibi “teveffa” kelimesi, en uç tefsirleriyle dahi “nüzul” hakikatini teyit etmektedir. Hz. İsa’nın öldüğünü ve tekrar gelmeyeceğini iddia eden Cübbai’ye gelince Allame Zahid Kevseri Onun hakkında der ki; “Eğer o da nüzulü İsa ile alakalı hadislerin mütevatir olduklarını bilseydi, muhalefet etmezdi.”[54]

Müfessirler “teveffa”nın keyfiyeti üzerinde ihtilaf etmişler fakat tamamı Hz. İsa’nın şu an hayatta olduğunu kabul etmiştir.

Yakın Dönem Müfessirlerine Göre

Hz. İsa’nın öldüğünü dolayısıyla tekrar yeryüzüne gelmesinin söz konusu olmadığını savunan görüş, yakın dönem müfessirlerine aittir. Nitekim Muhammed Abduh ve talebesi Reşid Rıza “teveffa” kelimesinden ilk akla gelen mananın Hz. İsa’nın Allah Teala tarafından öldürülüp manen yükseltilmesi olduğunu söylemektedir.[55] Mezkür iki zatın anlayış usulünü benimseyen Mahmud Şeltut da hocalarını tevsik eden bir fetva neşretmiştir. Şeltut fetvasında Hz. İsa’nın öldüğünü dolayısıyla yeryüzüne tekrar gelmesinin söz konusu olmadığını savunur.[56] Mısır merkezli modernist tefsir anlayışının mimarlarını takiben alem-i İslam’ın çeşitli bölgelerinde Hz. İsa’nın öldüğünü ve dolayısıyla nüzul’ün olmayacağını söyleyen bir çok mütefasir zuhur etmiştir.

“Teveffa” kelimesi önce “bir şeyi tam olarak almak” anlamında kullanılmaktaydı. Nitekim Reşid Rıza da “teveffa” kelimesini tefsir ederken bunu itiraf eder. Fakat sonra ne olduysa “teveffa”dan akla ilk gelen anlamın ölüm olduğu iddiasında bulunur.

Yakın dönem modernist müfessirlerin söz konusu kelimeyi ”ölüm” olarak tefsir etmeleri kelimenin bu gün kazandığı anlam örgüsüne göredir. Kelimenin bu gün “ölüm” anlamında mütedavel olması, Kur’an’ın indiği dönemde sahabenin konuşma dilinden de aynı mananın anlaşılması gerektiğini zorunlu kılmaz. Eğer “teveffa” kelimesine çağdaş müfessirler gibi “ölüm” manası verilirse o zaman “Allah’u yeteveffe’l-enfuse hine mevtiha”; Allah o canları öldükleri (mevt) sırada, ölmeyenleri de uykularında alır (teveffa).[57] ayetindeki “öldükleri sırada” (hine mevtiha) ifadesi yanlış bir söz olurdu. Allah Teala’nın kelam-ı ise yanlıştan münezzehtir.

Yukarıdaki ayette, Allah Teala, uyuyanın da ölenin de ruhunu kabz ettiğini ifade ederken “teveffa” fiilini kullanır. Halbuki uyuyan ölmemekte, eceli gelinceye kadar tekrar canı salıverilmektedir. Buna göre, “teveffa” kelimesinin akla ilk gelen anlamı “mevt/ölüm”dür, demek doğru olmaz.

Ayrıca Kur’an-ı Hakim’i doğru anlamanın yolu indiği dönemin iletişim dilini dikkate almayla doğru orantılıdır.[58] Bu günün konuşma dilini referans kabul edip ayetleri tefsir etmek la-dini yorumlara zemin hazırlar.

Hadisenin ne gibi onulmaz hatalara kapı açtığını daha yakından görebilmek için şöyle bir örnek verebiliriz: “Bugün, talebenin diplomayı alabilmek için üniversiteye verdiği orijinal araştırmaya “risale(t)” denmektedir. Bu yoldan hareketle Kitab ve Sünnet’te varid olan “risalet”e de “hususi araştırma” anlamı verilirse, Allah Teala’dan gelen “vahiy” ve “risalet” ilga edilmiş olur. Bunun içindir ki; dildeki gelişmeleri Kur’an’ın manalarını geliştirmeye tatbik etmek Allah’ın ayetlerini bile bile tahrif etmek olur.[59]

Hz. İsa’nın elân ber hayat olduğunu söyleyen ve nüzulü kabul eden fakat “teveffa”ya farklı manalar veren eslafın görüşleri arasında tercihe şayan olanı, Allah Tela’nın, Hz. İsa’yı uyutmadan ve öldürmeden göğe yükselttiğini belirten cumhurun yaklaşımıdır.

Hz. İSA’nın SEMAYA YÜKSELTİLMESİ (REF’İ)

“Ref’” kelimesi “aşağı bırakmak” anlamına gelen “vaz’” kelimesinin zıddır. Buna göre ref’; “bir şeyi yukarı kaldırmak”, “derece itibariyle yüceltmek”, “yükseltmek” gibi anlamlara gelir.[60] “Ref’” kelimesi hem hakiki hem de mecaz anlam örgüsünde Kur’an-ı Kerim’de çok yerde mevcuttur: Nitekim bazen yerdeki cisimleri kaldırmak anlamında; “Hani bir vakit, sizden söz almıştık ve Tur’u da üzerinize kaldırmıştık (refe’na)”[61] Bazen bir binayı uzatmak anlamında; “İbrahim İsmail ile beraber Beyt’in (Kabe’nin) temellerini yükseltiyordu (yerfe’u). Bazen kişinin şanını yüceltmek anlamında; “Senin şanını yüceltmedik mi (refe’na)?[62] Bazen statü itibariyle üstün kılmak anlamında; “Bir kısmını derecelerle diğerinin üzerine çıkardık.”[63] kullanılmıştır.

“Ref’” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa ile alakalı ise iki yerde kullanılmıştır: “Ey İsa ben seni eceline yetirecek ve katıma yükselteceğim (ve rafı’uke ileyye) …”[64]; “…Halbuki onu kesin olarak öldürmediler. Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendisine yükseltti (rafe’ahu’llah-u ileyhi).[65]

“Teveffa”yı müfessirlerin çoğunluğu hakiki manada kullanırken, “ref’” kelimesini ise mütekadimunun tamamı hakiki manada tefsir etmiştir. Buna göre, Hz. İsa’nın derecesi değil bizzat kendisi yükseltilmiştir.

Bu girişten sonra Hz. İsa ile ilgili olan “ref” kelimesinin niçin hakiki manada anlaşıldığını ve çağdaş müfessirlerin aksi beyanlarının neden muteber olmadığını izaha çalışalım:

“Ref’in yerden semaya doğru gerçekleşen hissi (maddi) bir yükselme olduğunu belirten Ebu Hayyan, görüşünü iki büyük müfessirin nakilleriyle teyit eder: “İbn Abbas, Hz. İsa’nın dünya semasına yükseltildiğini orada meleklerle birlikte Allah Teala’yı tesbih ettiğini, Deccal ortaya çıkınca da Beyt-i Makdis’teki taşın üzerine ineceğini” söyler. Zeccac; “Hz. İsa’nın, duvarında delik bulunan bir evde olduğu sırada, onu öldürmek için bir adamın eve girdiğini, bu esnada peygamber’in (a.s.) bedeniyle birlikte semaya yükseltildiğini, öldürmeye teşebbüs eden kişinin de dışarıya İsa’ya benzetilmiş bir halde çıktığını ve İsa’nın içeride olmadığını bekleyenlere haber verdiğini, daha sonra o muhbirin Ben-i İsrail tarafından öldürüldüğünü” nakleder.[66]

Kurtubi, Allah Teala’nın İsa’yı (a.s.) ölüm ve uyku olmaksızın semaya yükselttiğini, İbn-i Abbas, Taberi, Hasan Basri ve İbn Zeyd’in de bu görüşte olduğunu bildirir.[67]

Razi, Hz. İsa’nın Allah Teala’dan gayri kimsenin hükmünün geçerli olmadığı bir yere yükseltildiğini, yükseltmenin ise hissi olarak gerçekleştiğini söyler. Al-i İmran(3): 55; Nisa(4): 156-7 de bunun açık bir şekilde belirtildiğine vurgu yapar.[68] Zemahşeri[69] ve Beyadavi[70] başta olmak üzere dirayet tefsirinin diğer otoriteleri de, Hz. İsa’nın ölmeden semaya, yani meleklerin yanına yükseltildiğini beyan ederler.

Çağdaş Müfessirler Fetvalarıyla Kadiyanileri Meşrulaştırdılar!

Muhammed Abduh’un İslam’ı anlayış tarzını “esas” itibariyle benimseyen Reşid Rıza,[71] Mahmud Şeltut, Meraği, Süleyman Ateş[72]… gibi çağdaş müfessirlere göre Hz. İsa semaya ruhuyla yükseltilmiştir. Onlara göre “ref’” hadisesi Hz. İsa dünyada öldükten sonra, ruh ya da derecesinin yücelmesi şeklinde tahakkuk etmiştir. Nitekim Reşid Rıza Menar’da, Mahmud Şeltut da Kadiyaniler’in sorusu üzerine neşrettiği fetvada bunu açıkça savunmaktadır. Ne acıdır ki, Hz. İsa’nın öldüğünü dolayısıyla beklenen Mesih’in kendisi olduğunu söyleyen sahte peygamber Mirza Gulam Ahmed, davasını Mahmud Şeltut’un fetvasıyla isbat etmiştir(!).[73] Binlerle müslüman o büyük kurtarıcıların fetvaları neticesinde irtidat etmiş ve Mirza Gulam Ahmed’e intisab etmiştir. Ümmeti oturup Mesih bekleme rehavetinden kurtaralım diyen büyük müfessirler(!) (tarih boyu hiçbir dönemde oturup Mesih bekleyen ve işlerini ona havele eden İslami bir cemaat olmamıştır) bir kısım müslümanın irtidat etmesine zemin hazırlamıştır.

Reşid Rıza’nın Görüşü İbn Abbas’a mı Dayanır?

Reşid Rıza, Hz. İsa’nın öldüğünü nitekim İbn Abbas’ın da Al-i İmran(3): 55. ayetteki “inni müteveffike” kelimesini “inni mumituke” (seni öldüreceğim) şeklinde tefsir ettiğini söyler.[74]

Önceden de nakledildiği gibi İbn Abbas’tan rivayet edilen sahih görüşe göre söz konusu ayetin tefsiri, Hz. İsa’nın ölmeden göğe yükseltildiği şeklindedir. Reşid Rıza’nın istidlal ettiği rivayetin senedinde ise boşluk vardır. Çünkü bu rivayet, İbn Abbas’tan İbn Ebi Talha, Muaviye el-Hadremi, Abdullah b. Salih tarikiyle gelmektedir. İbn Cerir Taberi başta olmak üzere diğer müelliflere göre, İbn Ebi Talha İbn Abbas’a yetişememiştir. Yani rivayetin senedinde kopukluk vardır.[75]

Hz. İsa’nın öldüğünü dolayısıyla ayetlerde zikri geçen ref’ hadisesinin manevi bir yükselme olduğunu iddia eden Reşid Rıza ve bağlılarının esasta problemi mucizeyi kabullenmeyle alakalıdır. Nitekim ref’ ve nüzulü red anlayışının mimarı Muhammed Abduh çağdaş dünyanın aklına uymuyor diye “Fil Asahabı”nı yok eden kuş sürelerinin gerçekte sinek ya da sivrisinek olduklarını, bu sineklerin ayaklarına bulaşan çamurlara mündemiç halde taşıdıkları mikroplarla Ebrehe’nin ordusunu telef ettiklerini iddia eder.[76] Abduh bu çıkışıyla Kur’an’ın bildirdiği en bedihi hakikati inkar eder.

İngilizlerin desteğiyle Mısır’da başlatılan dini, aklileştirme sürecinde yeni Ezherlilere telkin edilen en önemli husus dini gaybi hakikatlerden kurtarmaktı(!).[77] Hz. İsa’nın “ref’” ve nüzulü de gaybi hakikatlerden olduğundan diğerleri gibi reddedildi.

Ref’ Kelimesinin Tahlili

Şimdi Hz. İsa’nın manen yükseldiğini iddia eden modernist ilahiyatçıların görüşlerinin niçin kabul edilemez olduğunu tahlil edelim:

* “Doğrusu Allah onu katına yükseltti (bel rafe’ahu’llahu ileyhi)” ayeti “ref’” hadisesinin hissi (maddi) olduğunu açıkça izah etmektedir. Ayetteki “ila” harf-i cerri mekan ve zaman için kullanıldığında tartışmasız olarak “intiha/ulaşmak/varmak” anlamını verir.[78] Buna göre Hz. İsa’nın bedeniyle bir yere ulaşması gerekir ki, orası da Allah Teala’dan gayrı kimsenin tasarruf sahabi olamadığı melekler alemidir. Bu anlamın ortaya çıkması için harici bir delile hacet yoktur. Çünkü “ref”’ bir şeyi aşağıdan yukarıya doğru nakletme şeklinde gerçekleşir. Ayette, hakiki manadan alıkoyacak bir karine olmadığından “ref”’ kelimesi mecazen manevi yükseltme anlamına hamledilemez. Bu durumda mecaz mana delil neticesinde ortaya çıkan bir ihtimal olmaz.[79] Çünkü ayette mecaz mana ihtimalini reddeden bir çok unsur vardır:

“Doğrusu Allah onu katına yükseltti.” ayetinin öncesi, Hz. İsa’ya benzeyen kişinin öldürüldüğünü beyan ederek, Yahudilerin Hz. İsa’yı öldürdükleri iddiasının geçersiz olduğunu belirtir. Çünkü ayetin zahiri Allah Teala’nın nebisini, Yahudilerden gizlemek suretiyle semaya yükselttiğini, dolayısıyla düşmanlarının onu öldürüp asamadıklarını ifade etmektedir.

Ayetteki “bel” “nefy” den sonra geldiğinden, zorunlu olarak karşıtlık anlamı verir. Buna göre “bel” den öncesi sonrasının tam karşıtı olmalıdır.[80] Nitekim Arapça bilen birisi; “Lestu cai’an bel ene muzdacı’un”; “Aç değilim bilakis yatıyorum.” demez. Şöyle söyler; “Lestu cai’an bel ene şeb’anu”; “Aç değilim bilakis tokum.” Hadisenin daha açık bir şekilde kavranması için şu örneklere bakalım: “Halid ölmedi bilakis (bel) o salih bir adamdır.” demek yanlış olur. Doğrusu şöyle olmalıdır: “Bilakis (bel) o hayattadır.”. “Devlet başkanı öldürülmedi bilakis (bel) o Allah katında yüksek makam sahibidir.” demek te doğru olmaz. Çünkü devlet başkanının yüksek makam sahibi olması öldürülmüş olmasına engel değildir. Fakat “bel” kendinden sonrası ile öncesinin manasını ibtal eder. Bu malumat çerçevesinde ayete dönersek; Cenab-ı Hakk açık bir şekilde Yahudilerin Hz. İsa’yı öldüremediklerini bildiriyor. Bu bildirimden sonra gelen “bel” ölümün zıddı bir anlam içermelidir ki, o da diri olarak Hz. İsa’nın yükseltilmesidir.[81] Buna göre, “Devlet başkanı öldürülmedi bilakis (bel) o, Allah katında yüksek makam sahibidir.” ifadesi ne kadar cahilane ise “Hz. İsa ölmedi bilakis Allah onun derecesini yükseltti.” de o kadar amiyanedir. Çünkü katledilen nice peygamber (selavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim ecmain) var ki onların derecesi yüksektir. Ne var ki, onların derecelerinin yükseltildiği ayrıca vurgulanmamıştır. Hz. İsa’nın Yahudiler tarafından öldürülmediği halde derecesinin yükseltilmesi, onların ise hem peygamber hem şehid oldukları halde derecelerinin yükseltilmemiş olması nasıl açıklanabilir?

“Onu ne öldürdüler ne de astılar” ayetinden sonra gelen “Doğrusu Allah Teala onu katına yükseltti (rafe’ahu).” ifadesinden İsa’nın (a.s.) canlı olarak semaya kaldırılması değil de Şeyh Mahmud Şeltut’un iddia ettiği gibi ruhunun yükseltilmesi anlaşılacaksa o zaman her hangi bir kişinin “Kur’an, kat-i surette İsa’ın (a.s.) öldürüldüğü sonra da asıldığı iddiasını reddetmiyor.” demesi mümkün olur. Çünkü ruhuyla yükseltilmesi, düşmanları tarafından öldürülüp sonra da asıldığı hezeyanını ortadan kaldırmaz. Bu durumda Kur’an’ın “Onu ne öldürdüler ne astılar” ifadesi –haşa- şaka kabilinden bir söz olur.[82]

* Hz. İsa’nın (a.s.) Allah Teala tarafından canı alınarak ölümden kurtarılması, Allah adına acziyet ifade eder. Çünkü Yahudiler de onun öldürülmesini istiyorlardı. Bu, tıpkı katil tarafından kesinlikle öldürüleceğine inanan kişinin, katl edileceği sırada ölümüm kendi elimden olsun diyip intihar etmesine benzer. Hakikat şu ki, Allah Teala beşere ait acziyet hallerinden münezzehtir.

* “Ref’” kelimesinin mecaz mana çerçevesinde; Hz. İsa’nın derecesinin ya da ruhunun yükseltilmesi şeklinde anlaşılması hiçbir faydaya mebni değildir. Çünkü Hz. İsa dahil bütün peygamberlerin Allah Teala katındaki dereceleri zaten yükseltilmiştir. Bu hususta değil malumat sahibi birinin, sıradan halkın dahi şüphesi yoktur. İster katledilsin isterse de normal bir ölümle canı alınsın, öldükten sonra bütün müminlerin ruhları yükseltilir. Bu durumda ruhun yükseltilmesini Hz. İsa’ya tahsis etmenin ne gibi bir faydası olabilir?! Hz. İsa dışındaki peygamberlerden ondan daha fazla eza görenler var, Allah Teala onları, derecelerini yükselttiğini söylemeden kurtardı. Çünkü peygamberlerin ruhlarının yükseltileceği herkese malum olan bedihi bir hakikattir.[83]

* Cenab-ı Hakk kurtarmayı murad ettiği resullerini farklı usullerle muhafaza etmiştir. Ref’i ise bir kurtarma tarzı olarak sadece İsa (a.s.) için cari kılmıştır. Bu durumda, Hz. İsa’nın ref’inin manevi yükselme olarak anlaşılması doğru olmaz. Çünkü onda bütün peygamberler ortaktırlar. Ref’ ruhun yükselmesi şeklinde de anlaşılmaz; çünkü o da bütün müminlere şamil bir hadisedir. Derecenin ve ruhun yükselmesi Yahudilerin öldürme teşebbüsünden bir kurtarma da olamayacağına göre Hz. İsa’nın hakikaten yükseltildiği aşikardır. Allah Teala onu, bu yolla kurtardı, tıpkı öteki peygamberleri farklı yollarla kurtardığı gibi.[84]

* Allah Teala, Hz. İsa’nın kurtarılışını anlatırken ref’ kelimesiyle yetindi. Böylece Yahudilerin “öldürdük-astık” nev’inden türettikleri iddiaları geçersiz kıldı. Bu da ref’in hakiki olmasını gerekli kılar. Kelime mecazi olması durumunda, Yahudilerin davasını çürütmez bilakis onları destekler. Çünkü derece itibariyle yükseltilme öldürme ve zarara engel olmaz.[85]

* Nisa suresindeki -Hz. İsa’nın ref’ini muhtevi-[86] ayetin “ve kanellah-u azizen hakima” (Allah Azizdir, Hakimdir.) şeklinde bitmesi ref’in basit bir ölüm olmadığını tescil eder. Çünkü ayette ref’ hadisesinin faili Cenab-ı Hakk’a medih vardır. Ölüm gibi sıradan ve herkese şamil bir hadiseden dolayı ise medhedilmenin bir anlamı olmaz. Üstelik ölüm, Allah ve Resul düşmanlarının arzuladıkları bir durumdur. Buna göre, Cenab-ı Hakk hem Peygamber düşmanı Yahudilerin isteğini yerine getirmiş hem de bundan dolayı kendini methetmiş olur.

Ayrıca Allah Teala hiçbir durumda bir peygamberinin canını aldığı için zatını methetmemiştir. Kur’an’ın ifadesiyle ölüm bir musibet iken nasıl olur da Cenab-ı Hakk ondan dolayı kendini metheder: “…yahut yolculukta iken ölüm musibeti (musibetu’l-mevt) başınıza gelmişse…”[87].[88]

Şeyhu’l-İslam Mustafa Sabri Efendi diyor ki; “Müslümanların inandığı manada Kur’an-ı Kerim’de beş yerde Hz. İsa’nın semaya yükseltildiği bildirilmektedir. Ref’ kelimesinin geçtiği ayetlerde sarahaten, nüzulden bahseden ayetlerde iktidaen[89] Hz. İsa’nın inkar edenlerden kurtarılıp temizleneceğini bildiren ayette[90] ise telmihen ref’ haber verilmektedir.[91]

Şeyhu’l-İslam, Al-i İmran suresindeki “ve mine’l-mukarrebin”[92] ifadesinin Hz. İsa’nın “mukarrabin meleklerin” mahalline yükseltildiğini, “vecihen fi’d-dünya ve’l-ahire” kaydının da “Dünya ve ahirette itibarlı olanlardan” yani semaya yükseltildikten sonra dünyada makam sahibi olduğundan bahsettiğini, “Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.”[93] ayetinin de ref’in kurulan tuzağı lağvettiğini ihbar ettiğini söyler. Buna göre Hz. İsa’nın semaya yükseltildiğini bildiren ayetlerin sayısı sekize ulaşır.[94]

Nüzul-i İsa meselesine itiraz edenlerin ileri sürdüğü bir nokta da, Hz. İsa’nın (a.s), diri olarak kaldırıldığı semada hayatını nasıl idame ettirdiği sorusudur. Bu itiraz, hayatı materyalist bir kabulle tek boyutlu ve tek katmanlı görmenin sonucudur. Oysa bir Müslüman, mesela şehitlerin ölü olmadığını bilir. Onlardan derece olarak daha yüksekte bulunan peygamberlerin dünyadan ayrılışının mutlak ölüm olarak değerlendirilemeyeceği de buna göre bedihidir. Hatta evliyaullahın bile kabirde cesetlerinin çürümediği malum ve müsellem bir husustur. Keza meleklerin ve cinlerin de yaşadığı bir hayat vardır ve insan hayatı hakkında cari olan fıtrî/ontolojik yasalar onlar için geçerli değildir.

Şu halde madem ki hayatın katmanları ve boyutları var; öyleyse Hz. İsa’nın (a.s) bu dünyada yaşanan hayat boyutundan, semaya ref edilmek suretiyle meleklerin yaşadığı hayat boyutuna intikal ettirildiğini söylemekte bir beis olmamalıdır.

Ref’ ile ilgili ayetlerin delalet yönünden kesin olmalarından dolayı cumhur (Abduh’a kadar) Hz. İsa’nın bedeniyle birlikte yeryüzünden yükseltildiği hususunda icma etmiştir.

NÜZUL

Hz. İsa’nın Kıyametin arefesinde tekrar yeryüzüne ineceği Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan edilmiştir. Bu husustaki hadis-i şerifler tevatür derecesine ulaşmamış olsalardı dahi yine de ayetler nüzul hakikatini tek başına isbata malik olurlardı.

Hz. İsa’nın nüzulünden bahseden ayetler şunlardır: “O, beşikte de, yetişkinlikte de insanlara konuşacak…”[95] “Ehl-i Kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de onlara şahit olacaktır.”[96] “Şüphesiz ki O (İsa) kıyamet için (onun yaklaştığını gösteren) bir bilgidir.”[97] “Allah ona (İsa’ya) kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek.”[98]

Kühulette Konuşacak

Hz. İsa’nın nüzulünü işaret eden birinci ayette zikredilen “kehl” kelimesinin insan hayatının hangi evrelerine tekabül ettiğinde ihtilaf edilmiştir. Nitekim “kehl” için; 30-40; 33-50; 34-51; gibi yaş sınırları telaffüz edilmiştir. Fakat bütün bunların toplandığı ortak nokta kehl’in; otuz yaşını aşan saçı başı ağaran kişileri kapsadığıdır.[99]

Hz. İsa’nın hem beşikte (fi’l-mehdi) hem de yetişkinlikte (kehla) konuşması birer mucizedir. Beşikte iken çağının tanıklarına konuştu, yetişkinlikte ise Ümmet-i Muhammed’e konuşacak. İlki gibi ikincisinde de bir olağan üstülük olmalıdır. Aksi takdirde yetişkinlikte konuşmasının ayette zikredilmesi anlamsız olurdu. Çünkü konuşma yetişkinliğin tabii bir yansımasıdır. Burada dikkate şayan olan husus, gençlik döneminde yer yüzünden alınan, yüzlerce yıl farklı ortamlarda yaşayan bir Peygamber’in tekrar insanların arasına dönüp onlara İslam’ı anlatmasıdır.

Hz. İsa, annesine iftira atıldığı zaman beşikte konuşmuş “Ben Allah’ın kuluyum” demişti. Allah Teala onu otuz üç yaşında semadan indirince o, yine konuşacak ve tekrar “ ben Allah’ın kuluyum” diyecektir.[100] Böylece onun adına yapılan iftiradan kendisini temize çıkaracaktır.

Said b. Müseyyeb, Zeyd b. Eslem başta olmak üzere selefin ileri gelenleri “Hz. İsa’nın otuz üç yaşında semaya yükseltildiğini, tekrar yeryüzüne geleceğini, orada yirmi dört sene yaşayacağını bildirmektedirler. İbn Cerir de sahih bir senetle aynı görüşü Ka’b’ul-Ahbar’dan nakletmektedir.[101]

Bütün peygamberler gönderildikleri kavimlere konuşmalarına rağmen, Hz. İsa’nın davetini anlatan bu ayet onun özel vazifesine münasib bir şekilde, -“Ben-i İsrail-e” ya da “ kavmehu/kavmine”tarzında değil de- “ve yükellimu’n-nas-e/insanlara konuşacak” şeklinde nazil olmuştur. Bundan gaye ise, Hz. İsa’nın muhatap kitlesinin çağının tanıklarının yanı sıra ahir zamanda içlerine ineceği insanları da kapsadığını bildirmektir. Nitekim Hz. İsa’nın peygamberliğini müjdeleyen ayet; “O (İsa) İsrailoğullarına bir elçi olacak” şeklindedir. Yani Allah Teala Hz. İsa’nın peygamberliğini “Ben-i İsrail” ile sınırlandırmıştır. Söz konusu ayet “ O, beşikte de, yetişkinlikte de insanlara konuşacak…”[102] ayetiyle kıyaslandığında aralarında hususiyet ve umumiyet açısından zıtlık olduğunu görülür. Halbuki genellik ifade eden ayet hususiyet arz eden ayetin siyakında vaki olmuştur. Bu, ifadede çeşitlilik olsun diye yapılmamıştır. Bilakis izhar ettiğimiz nükteden dolayıdır. Ayrıca “Ben-i İsrail”e peygamber olarak gönderilecek Hz. İsa’nın ayette “resul” vasfıyla zikredilmesi, beşikte ve olgunlukta konuşmasını anlatan ayette ise vasıfsız anlatılması iyice düşünülmesi gereken bir diğer husustur.[103]

Ehl-i Kitab Hz. İsa’ya (a.s.) İman Edecek

Nüzulü haber veren ikinci ayete (Nisa: 159) göre Hz. İsa ölmeden önce, ehl-i kitap ona “Allah’ın kulu ve elçisi olarak” iman edecektir. Böylece farklı dinler birleşerek İslam çatısı altında toplanacaktır. Hz. İsa kıyamet günü Yahudi ve Hristiyanlar’dan -ref’den önce ve nüzul’den sonra- ona iman eden ya da onu reddedenler hakkında şahadette bulunacaktır. Bahsi geçen ayette ki “bihi/ona” ve “kable mevtihi/ölümünden önce” ifadelerindeki “hu/o” zamiri yukarıdaki çerçeve dışında bir tefsirde bulunmaya mani olmaktadır. Nitekim Ebu Hureyre, İbn Abbas, Katade, Hasan Basri, İbn Zeyd, Ebu Zeyd, Ebu Malik de ayeti böyle anlamıştır.[104] Buna göre ayeti, Ehl-i Kitap’tan birisinin ölmeden önce, Hz. İsa’ya iman etmesi şeklinde anlamak doğru değildir. Çünkü ayetlerin siyakı Yahudilerin Hz. İsa’yı öldürüp astıkları yönündeki iddialarını çürütmektedir.[105] Nisa suresinin 155. ayetinden itibaren kendisinden bahsedilen kişi, Hz. İsa’dır; Ayetler Ona ve annesine yapılan isnatlardan onların beri olduklarını anlatmaktadır. Buna göre bütün zamirler Hz. İsa’ya dönmektedir. Ayetlerin siyakı ve Arap dilinin kaideleri bunu gerektirir. Aksi bir delil olmadıkça zamirler böyle anlaşılır. Burada da farklı anlamı gerekli kılacak bir unsur yoktur. Nitekim Kur’an’ın nazil olduğu dil olan Arapçaya vukufiyetiyle şehir Büyük Müfessir Ebu Hayyan da zamirlerin Hz. İsa’ya döndüğünü yani mananın yukarıdaki gibi olduğunu belirtmektedir.[106]

İbn Kesir, yukarıdaki manayı destekleyen hadislerin mütevatir olduklarını nakleder. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği Buhari ve Müslim’in de kitaplarına aldıkları bir hadis şerif’te Ebu Hureyre, Hz. İsa’nın nüzulden sonra yapacağı şeyleri tadat eder sonrada zamirlerin Hz. İsa’yı kastettiğini ifade sadedinde söz konusu ayeti okur.[107]

Ehl-i Kitab’ın Hz. İsa’ya iman edeceğini ifade eden “leyu’mine’nne” fiilinin başında “cevab-ı kasem lam”ı[108], sonunda da “te’kit nun”u vardır. Bunlar, fiili gelecek zamana tahsis ederler. Buna göre “leyu’mine’nne”nin anlamı: “Gelecekte belli bir zamanda var olacak bütün kitabiler Hz. İsa’ya iman edecekler.” şeklinde olur. Ayetin devamındaki “kable mevtihi” kaydı da gelecek zamanı işaret etmektedir.[109] Ayetten aşikar olduğuna göre Ehl-i Kitab’ın tamamı Hz. İsa’ya iman edecektir. Bu da henüz tahakkuk etmemiştir. O halde nüzulden sonra yaşanacak zaman, bu Kur’an-i hakikatin inkişaf devresi olacaktır.

Bütün deliller, zamirlerin Hz. İsa’ya döndüğünü yani Mesih’in nüzulünü isbat ediyor. Buna mukabil “kable mevtihi/ölümünden önce” ifadesinde ki zamirin “kitabiye” işaret ettiğini gösteren bir delil yok. Nasıl ki sahih bir rivayetin olduğu yerde gayr-i sahih bir rivayete iltifat edilmez, tıpkı bunun gibi ayetin siyakının gerektirdiği manayı terk etmeyi ya da bir karine olmaksızın lafzı, zahir anlamından çıkarmayı gerektiren görüş de dikkate alınmaz.[110]

Hz. İsa Kıyamet’in Alametidir

Hz. İsa’nın geleceğini haber veren üçüncü ayete (Zuhruf: 61) göre nüzul, kıyametin yaklaştığını bildiren bir alamet olacaktır.[111] Çünkü ayetteki (ve innehu) “hu” zamiri Hz. İsa’ya dönmektedir. İbn Abbas, Mücahid, Katade, Hasan Basri, Süddi, Dahhak ve İbn Zeyd’e göre ayetin tefsiri şu şekildedir; “Hz. İsa’nın ortaya çıkması kıyametin yaklaştığına delalet eden bir bilgi olacaktır. Çünkü nüzul kıyamet alametlerindendir.”[112]

Hz. İsa’nın yeryüzündeki ilk hayatına gelince bu, kıyamet alameti olarak addedilemez. Çünkü ondan sonra Allah Resulü (s.a.v.) gelmiştir. Buna göre, Hz. İsa’nın nüzulünün alamet olarak kabul edilmesi tek doğru tefsir olur.

Ayetin siyakında, öldükten sonra dirilmeyi reddeden Mekkeli müşrikler var gerekçesiyle manayı; “Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesi Kıyamet’in -sadece- imkanına delildir.” [113] şeklinde anlamak da doğru değildir. Çünkü Mekkeli müşrikler Hz. İsa’nın babasız dünyaya geldiğini, hastaları iyileştirdiğini, -Allah’ın inayetiyle- ölüleri dirilttiğini kabul etmiyorlardı. Bütün bu deliller işaret etmektedir ki, müşrikler Hz. İsa’ya inanmamışlardır. Bu durumda nasıl olur da kabul etmedikleri bir peygamberle onlara karşı ihticac edilir.[114]

Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre, Ebu Malik el-Ğifari, Zeyd b. Ali, Katade, Mücahid, Dahhak, Malik b. Dinar, A’meş, Kelbi ve İbn Atıyye “le ilmun” şeklinde şöhret bulan kelimeyi “ayn” harfinin fethasıyla “le alemun/alamet” şeklinde okumuşlardır.[115] Bu okuyuşa göre bizzat Hz. İsa, kıyamet alametidir.

İbn Abbas’ın rivayet ettiğine göre, Allah Resulü (s.a.v.) de “ve innehu le alemun li’s-sa’a” ayetini; “Hz. İsa’nın Kıyametten önce inmesi” şeklinde tefsir etmiştir.[116]

Hz. İsa Kur’an’a Göre Hüküm Verecek

Hz. İsa’nın ineceğine işaret eden bir diğer ayette ise Melekler Meryem’e hitaben şöyle demektedirler: “Allah ona (İsa’ya) kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek.”[117] Ayette zikredilen “kitab” ile alakalı müfessirler farklı izahlar yapmışlardır. Kelimeyi mastar olarak alanlar ona, “elle yazmak” anlamı vermişlerdir.[118] “el-Kitab” kelimesinin başındaki “el” takısının “cins” için olduğunu söyleyenler ise, bu kelimeden maksadın Tevrat ve İncil dışında vahy edilen diğer kitaplar olduğunu belirtmişlerdir.[119] Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında ise “kitab” kelimesi “Tevrat ve İncil”le kullanıldığında Kur’an-ı Kerim anlamına gelmektedir. Nitekim Al-i İmran 3’de ki “Kitab” kelimesi Kur’an-ı ifade etmektedir.

Melekler Hz. Meryem’e, oğlu İsa’ya İncil’in öğretileceğini bildirdikleri sırada İncil henüz nazil olmamıştı. Fakat önceki nebi ve alimler katında indirileceği bilinmekte idi.[120] Bu yüzden hadisenin vukuundan önce ilamı yapılmıştır. Levh-i Mahfuz’da var olan Kur’an-ı Kerim’in de indirileceği ehline malumdu. Hz. İsa’nın bi’seti esnasında Kur’an henüz nazil olmadığına, İsa’ya da öğretileceğine bakılırsa şu söylenebilir: Hz. İsa Kıyametin arefesinde inecek ve kendisine öğretilen Kur’an-ı Kerim’le amel edecektir. Nitekim nüzulü haber veren hadis-i şerifler Hz. İsa’nın İslami hükümlerle amel edeceğini bildirmektedirler.[121]

Nüzül İle İlgili Hadisler

Konuyla alakalı neredeyse bütün hadis kitaplarında bir ya da daha fazla rivayet bulunmaktadır. Hadis-i şeriflerde Hz. İsa’nın nasıl ve nereye ineceği, hangi özellikleri vesilesiyle tanınacağı, neler yapacağı gibi soruların cevapları vardır. Cumhura göre bu hadisler “Hz. İsa’nın nüzülünü” bildirmeleri noktasında mütevatirdirler. Nitekim her kuşak ve meşrebten bir çok alim, sarahaten bu hadislerin mütevatir olduklarını belirtmiştir. Bunlar arasında öne çıkanlar şunlardır: Taberi, Ebu Huseyn Aburi, İbn Rüşd, İbn Atıyye, Kurtubi, Ebu Hayyan, İbn Kesir, İbn Hacer, Şevkani, Sıddık b. Hasan Kınnevci, Kettani, Keşmiri,[122] Muhammed Zahid Kevseri,[123] Muhammed Sıddık el-Ğumari, Abdulfettah Ebu Ğudde.

Mütevatir olmaları hasebiyle “zarurat-ı diniyye”den kabul edilen ve bu yüzden “sem’iyyat”a taalluk eden hususlar arasında yer alan nüzul-ü İsa meselesi, tartışma ve redde kapalı bir mevzudur. Çünkü tevatür yoluyla sabit olan her hangi bir hükmün inkarı, Hz. Resulullah’ı da inkar anlamına gelir.

Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mahmud Şeltut gibi modernist anlayışa sahip kişiler mütevatir hadislerin gücünü yakinen bildiklerinden hadislerin mütevatir olduklarını reddetmişlerdir. Böylece de meseleyi itikadi alanın dışına taşımak istemişlerdir.

Abduh ve onun çizgisinin müdavimlerinin hadislerin ahad haber olduklarını, bu nevi rivayetlerin sayıca çok olmalarının tevatür için hiçbir anlam ifade etmeyeceklerini iddia etmeleri de bilgi yanlışlarıyla doludur. Nasıl olur da sahabe kuşağından otuz küsür ravinin rivayet etiği bir mesele ahad olabilir?! Kur’an ve Sünnet’in adaletlerini açıkça beyan ettiği sahabeden otuz küsür ravinin Hz. İsa’nın inişi noktasında ittifak etmeleri, modernistlerin zihnindeki yalan ihtimalini def edemiyorsa ortada başka ve daha önemli bir problem var demektir.

İcma

Ebu Hayyan “Hz. İsa diridir, ahir zamanda yeryüzüne inecektir,…” şeklindeki mütevatir hadislerin gerektirdiği mana üzerine ulemanın icma ettiğini nakleder.[124]

Malum… İcma, ictihat derecesine ulaşan alimlerin şer’i bir hususta fikir birliği içersinde olmaları anlamına gelir.[125] Buna göre, amel ve itikat cihetiyle istikamet üzere olmayan bidat ve fısk sahibi bir alimin icmaya aykırı görüş beyan etmesi icmanın akdedilmesine mani değildir.[126] Çünkü bidat ehli olan zevat insanlar üzerine şahit (örnek) olma[127] misyonunu kaybeder. Bu durumda ondan gelen ihtilafın mevcudiyeti bir mana ifade etmez.

Hz. İsa’nın (a.s.) yeryüzüne tekrar inmesi hususunda oluşan icmaya, sadece Mu’tezile ve Cehmiyye’nin bir kısmı muhalefet etmiştir. Zahid Kevseri “‘Mu’tezile’nin bir kısmı’ ifadesinden muradın da Cübbai olduğunu söyler. Ne ki Cübbai bu husustaki rivayetlerin tevatür derecesinde olduğunu bilseydi onlara muhalefet etmezdi.”[128] der.

Hz. İsa’nın inişine Ehl-i Bid’at fırkalardan dahi geniş katılımlı bir muhalefet olmamıştır. Bütün bunlar icma delilinin bu bahiste ne kadar kuvvetli olduğunu göstermektedir.

Sonuç

Ayetler açıkça Hz. İsa’nın ölmeden semaya yükseltildiği ve kıyametin öncesinde tekrar yeryüzüne ineceğini beyan etmektedir. Hadis-i şerifler de manevi tevatür derecesindedir. Aksi mutalaalar, zorlama tevillerle ulaşılan ve bilgi değeri olmayan görüşlerdir.

“Ref’” ve “nüzül”ün hakikat olduğunu söyleyen cumhur, ayet ve hadislerle istidlal etmektedir. Fakat aynı şey, “ref’” ve “nüzül”ü reddedenler için söylenemez. Çünkü nüzulün olmayacağını muhtevi tek bir ayet ya da hadis’in varlığından söz edilemez. Bu yüzden İslam’ın erken asırlarından bu tarafa Hz. İsa’nın nüzulü “zarurat-ı diniye”den addedilmiştir.

İnsanlar gibi ilmin de nesebi vardır. Kuşak be kuşak bilgi o neseb vasıtasıyla ilk kaynağına ulaşır. Buna göre, Hz. İsa gelecek diyenlerin senedi Hz. Kur’an ve Sünnet’e dayanır. İnmeyecek diyenlerin nesebi ise Cübbai’yi şaz olarak alırsak Abduh’tan öteye geçmemektedir.

Bütün bunlardan sonra söylenecek tek bir söz kalır o da şu ayettir: “Haktan sonra sadece sapıklık vardır. O halde nasıl oluyor da (Hak’tan) döndürülüyorsunuz.”[129]

Dipnotlar:

[1] Kur’an, A’raf(7): 187.

[2] Müslim, İman/8; Tirmizi, İman/2738; Ebu Davud, Sünnet/4695.

[3] Kur’an, Lokman(31).34.

[4] Said Ramazan el-Buti, Kübra’l-Yakiniyyati’l-Kevniyye, Beyrut, 1982, s. 318 vd.

[5] Muhammed Zahid Kevseri, Nazretun Abire fi Mezaimi men Yünkiru Nuzüle İsa Kable’l-Ahire, Kahire, 1987, s. 75.

[6] Kur’an, Al-i İmran(3): 36.

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, (İht. Muhammed Ali Sabuni), Beyrut, 1399, I, 279.

[8] Kur’an, Al-i İmran(3): 37.

[9] Kur’an, Al-i İmran(3): 47.

[10] Kur’an, Kamer(54): 50.

[11] Kur’an, Meryem(19): 23; Abdullah Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Beyrut, 2000, XI, 92.

[12] Kur’an, Meryem(19): 23.

[13] Kur’an, Meryem(19): 27.

[14] Kur’an, Meryem(19): 29.

[15] Kur’an, Meryem(19): 30.

[16] Kurtubi, a.g.e., XI, 69.

[17] Kur’an, Meryem(19): 30.

[18] İbn Kesir, a.g.e., II, 451.

[19] Kurtubi, a.g.e., VI, 16.

[20] İbn Kesir, a.g.e., II, 451.

[21] Muhammed b. Muslihiddin Mustafa el-Kocevi, Haşiyet-u Muhyiddin Şeyhzade ala Tefsiri’l-Kadi el-Beydavi, Beyrut, 1999, V, 550.

[22] Kurtubi, a.g.e., VI, 16.

[23] Kur’an, Meryem(19): 36.

[24] İbn Kesir, a.g.e., II, 451.

[25] Kur’an, Maide(5): 72.

[26] Ebu’l-Kasım Carullah Mahmud b. Ömer Zemahşeri, el-Keşşaf an Hakaiki’t-Tenzil ve Uyuni’l-Ekavil, Beyrut, ty, I, 634.

[27] Bkz. Muhammed Ali Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Beyrut, 1980, I, 373.

[28] Kur’an, Saff(61): 6.

[29] Ahmed ve Muhammed isimlerin ayrıntısı için bkz. Kurtubi, a.g.e., XVIII, 55.

[30] Kur’an, Maide (5): 110.

[31] Kur’an, Nisa(4): 157-58.

[32] Mecduddin Muhammed b. Ya’kub Fîrûzâbâdiî, el-Kamusu’l-Muhid, Beyrut, 1999, IV, 462.

[33] Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut, 1994, XV, 400.

[34] Zemahşeri, Esâsu’l-Belâğa, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1989, s. 684; Muhammed Zahid Kevseri, Nazretun Abire fi Mezaimi men Yünkiru Nuzüle İsa Kable’l-Ahire, Kahire, 1987, s. 95.

[35] Kur’an: Al-i İmran(3):55; Maide(5): 117.

[36] Kurtubi, a.g.e., IV, 65.

[37] Kevseri, a.g.e., s. 98.

[38] Muhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhid, Beyrut, 1993, II, 497.

[39] Ebu’l-Fadl Şihabuddin Mahmud Alusi, Ruhu’l-Meani, Beyrut, 1985, III, 179.

[40] Kurtubi, a.g.e., IV., 65; Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497; İbn Kesir, a.g.e., I, 286; Alusi, a.g.e., III, 179.

[41] Kur’an, En’am(6): 60.

[42] Sabuni, a.g.e., I, 395.

[43] Kurtubi, a.g.e., IV., 65; Alusi, a.g.e., III, 179.

[44] Alusi, a.g.e., III, 179.

[45] Kevseri, Nazretun Abire, s. 96.

[46] Alusi, a.g.e., III, 179.

[47] Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497; Alusi, a.g.e., III, 179.

[48] Kevseri, Nazretun Abire, s.131.

[49] Muhammed b. Ahmed Zehebi, Siyer-u A’lami’n-Nübela, Beyrut, 1998, IV, 545.

[50] Zehebi, a.g.e., IV, 556.

[51] Kurtubi, a.g.e., IV., 64; Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497

[52] İbn Kesir, a.g.e., I, 286; Keşmiri, a.g.e., s. 243.

[53] Kevseri, Nazretun Abire, s.131.

[54] Kevseri, Nazretun Abire, s.131.

[55] Muhammed Reşid Rıza. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hakim, Beyrut, 1999, III, 261.

[56] Kevseri, Nazretun Abire, (Şeltut’un fetvası için bkz. s. 23-31.) s.29-30.

[57] Kur’an, Zümer(39): 42.

[58] Kevseri, Nazretun Abire, s. 99-100.

[59] Kevseri, Nazretun Abire, s. 100.

[60] İbn Manzur, a.g.e., VIII, 129-131.

[61] Kur’an, Bakara(2): 93.

[62] Kur’an, İnşirah(94): 4.

[63] Kur’an, Zuhruf(43): 32.

[64] Kur’an, Al-i İmran(3): 55.

[65] Kur’an, Nisa(4): 157-8.

[66] Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497.

[67] Kurtubi, a.g.e., IV, 65.

[68] Fahruddin Muhammed b. Ömer Razi, et-Tefsiru’l-Kebir, Beyrut, 1990, XI, 81.

[69] Muhammed b. Ömer Zemahşeri, el-Keşşaf, Beyrut, ty., I, 432.

[70] Nasıruddin Ebu Said b. Ömer Beydavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, (Şeyhzade haşiyesi ile birlikte), Beyrut, 1999, III, 447.

[71] Reşid Rıza, a.g.e., III, 260-2.

[72] Süleyman Ateş, Çağdaş Kur’an Tefsiri, II, 50

[73] Kevseri, Makalatu’l-Kevseri, Kahire, ty. s. 271.

[74] Reşid Rıza, a.g.e., VI, 17.

[75] Kevseri, Makalat, s. 259.

[76] Muhammed Abduh, Tefsir-u Cüz’i Amme, Mısır, ty., s. 120.

[77] Buti, a.g.e., s. 226.

[78] Mustafa b. Hamza b. Adalı, Netaicu’l-Efkar, Beyrut, 2003, s.41.

[79] Kevseri, Nazretun Abire, s. 93.

[80] Mustafa Sabri Efendi, el-Kavlu’l-Fasl, Mısır, 1986, s. 142; Kevseri, Nazretun Abire, s. 93.

[81] Buti, a.g.e., s. 226.

[82] Mustafa Sabri, Mevkıfu’l Akl-i ve’l-İlm-i ve’l-Alem min Rebbi’l-Alemin ve İbadihi’l-Murselin, Beyrut, 1981, IV, 182.

[83] Abdullah b. Muhammed b. es-Sıddık el-Haseni, Akidet-u Ehli’l-İslam fi Nüzul-i İsa, Beyrut, 1986, s. 39.

[84] el-Haseni, a.g.e., s. 39.

[85] el-Haseni, a.g.e., s. 39.

[86] Kur’an, Nisa(4): 158.

[87] Kur’an, Maide(5): 106.

[88] el-Haseni, a.g.e., s. 40.

[89] Kur’an, Nisa(4): 159; Zuhruf: 61.

[90] Kur’an, Al-i İmran(3): 55.

[91] Mustafa Sabri, Mevkıf, IV, 181,

[92] Bkz. Alusi, a.g.e., III, 45.

[93] Kur’an, Al-i İmran(3): 55; Hz. İsa ile münasebeti için bkz. el-Haseni, a.g.e., s. 49.

[94] Mustafa Sabri, Mevkıf, IV, 181.

[95] Kur’an, Al-i İmran(3): 46; Maide(5): 110.

[96] Kur’an, Nisa(4): 159.

[97] Kur’an , Zuhruf(43): 61.

[98] Kur’an, Al-i İmran(3): 48.

[99] İbn Manzur, a.g.e., XI, 600.

[100] Kurtubi, a.g.e., IV, 58; Ebu Hayyan, a.g.e., II, 483.

[101] Alusi, a.g.e., III, 164; el-Haseni, a.g.e., s. 32.

[102] Kur’an, Al-i İmran(3): 46; Maide(5): 110.

[103] el-Haseni, a.g.e., s. 33.

[104] el-Haseni, a.g.e., s. 42.

[105] İbn Kesir, a.g.e., I, 458.

[106] Ebu Hayyan, a.g.e., III, 408; Ayrıca bkz. Kevseri, Nazra Abire, s. 100; Muhammed Bahit el-Muti’i, Nüzul-u İsa Aleyhisselam, (Diğer risalelerle bir arada), Kahire, 1320, s. 127-28.

[107] İbn Kesir, a.g.e., I, 458.

[108] Kasem hazfedilmiştir. Bkz. Ebu Hayyan, a.g.e., III, 408.

[109] Kevseri, Nazra Abire, s. 103.

[110] Kevseri, Nazra Abire, s. 102.

[111] Kur’an ,Z uhruf(43): 61.

[112] Ebu Hayyan, a.g.e., VIII, 26.

[113] Mahmud Şeltut, Münakaşa, (Nazra Abire” ile birlikte), s. 43-4.

[114] Kevseri, Nazra Abire, s. 104.

[115] Ebu Hayyan, a.g.e., VIII, 26.

[116] Kevseri, Nazra Abire, s. 104.

[117] Kur’an, Al-i İmran(3): 48.

[118] Kurtubi, a.g.e., IV, 60; Ebu Hayyan, a.g.e., II, 484; Alusi, a.g.e., III, 166.

[119] Ebu Hayyan, a.g.e., II, 484; Alusi, a.g.e., III, 166.

[120] Ebu Hayyan, a.g.e., II, 484.

[121] Geniş bilgi için bkz. Suyûtî, Kitâbu’l-İ’lâm bi Hükmi İsâ Aleyhisselam, (el-Hâvî içinde), II, 277 vd.

[122] el-Haseni, a.g.e., s. 13-6.

[123] Kevseri, Nazra Abire, s. 104.

[124] Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497.

[125] Kevseri, a.g.e., s. 135.

[126] Abdulaziz Ahmed Buhari, Keşfu’l-Esrar an Usuli’Fahri’l-İslam el-Bezdevi, Beyrut, 1991, III, 440 vd.

[127] Kur’an, Bakara(2): 143.

[128] Kevseri, Nazra Abire, s. 143.

[129] Kur’an, Yunus(10): 32.

[toggle title=”Yazar Hakkında” state=”open” ]İhsan Şenocak & ihsansenocak2001@yahoo.com[/toggle]

admin

Soru ve görüşleiriniz için İrtibat: fikiratlasi1@gmail.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.